Kestiğim her parça kâğıttan, bir birine eklediğim her nesneden, arşınladığım her kaldırımdan, yazdığım her dizeden sızan belirsiz uzay; belki de her birimizin yazgılı olduğu sonsuzlukla diyalogumuza yazılı- diye bir şerh düştüm defterime.
Yaşadığı tekinsizlik mi, şizofrenik bir neşe mi; yoksa zihinsel bir sarsıntı sonrası huzur makamı mı? Bilemedim…
Bilinçaltı mağaramın kapısını aralamıştım taa 3 sene önce. Sarhoş geceler, sarsıntılı sabahlar, dost masaları, protokol açılışları, atölyeye kapanıp geçen heyelanlı bitmez saatler boyu Şuuraltı Operasyonları.
Alacakaranlıkta uzun uzun yürüdüm bilincimi kuşatan koridorlar boyunca. Bir tek tutku ateşe verebilirdi heceyi; hiç düşünmesiz. Tek bir imge ya da fırçadan sızan tek bir renk kör edebilirdi aksak ritimli geceyi.
Tekinsizlik sarsa da yüreğimi, dinmedim atıldım içine “ben” denilen karadeliğin. Uzakta; gökadalar, korsanlar, astronotlar, balıkadamlar, kahramanlar, tapınaklar, bilinmeyen diller, unutulmuş türler vardı. Kazıdım her bir imgeyi kâğıdıma, kalemime, neşterime.
Ve soydum şuuraltı mağaralarımı; soydum. Ki dibinde çıplak, yek bir çocuk belirene dek. Uzakta annemi gördüm, yanında melekler vardı…
Ve kulağımda uğuldayan başka dünyaların şarkıları..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder