31 Mart 2009 Salı

Harita Bilgisine Öngiriş/1


Alsancak/Büyük Daire
Cumhuriyet meydanını başlangıç noktası kabul edebiliriz aslında. Oradan sahil boyunca Siloya dek. (gökkuşağına boyalı olsa da hala hüzünlü silo fısıldar: ofis çiftçinin kara gün dostudur. Yanındaki park –çık-ta ise içki içilir, gece yaşlı fahişeler gezinir).
Silonun karşısında ise Bornova dolmuş duraklarına; yani Şair Eşref caddesine (rakı-köfte-piyaz molası için Şeref’in yeri Garın karşınında, Bornova sokağının hemen girişindedir)bağlanan Atatürk caddesinin sonuna dek.(tır parkında gün boyu uzun yol şoförleri içerler ve sadece onlar ile yatan orospular vardır)

Onun arkasından Mimar Sinan’a taşmadan (tenekeliye doğru gizli mey evleri ve sadece bilene servis yapan torbacı çocukların meskenlerini kastederek) Mürselpaşa caddesi istikametince yeniden Fuar Basmane kapısına.(Basmane sadece fuarın değil farklı bir yeraltının , daha ışıltılı bir gece hayatına ait yeraltının da kapı kilidini saklar. Otellere dönen yol, Kapılar’dan geçer).

Basmane kapısından refik saydam bulvarı aracılığıyla Montrö meydanından yeniden Cumhuriyet meydanına.


Alttaki linkten 1 Alsancak haritasına ulaşılabilinir, ama benim düşlerimde gördüğüm şehir haritasına asla. Belki onu bir gün; gecelerce Alsancak kaldırımlarında sarhoşluğuun gücünü direncimize kattığımız sevgili Onston çizebilir.


Bu girişte yaptığım sadece 90'lı yılların başından beri arşınladığım Alsancak coğrafyasına şöyle gelişi güzel bir sınır belirleme çalışması olsun. Yaşlı bir haritacıdan çok genç bir kadastrocunun ilk heyecanıyla kuşatılmış.
Ama olsun ;sadece bir ön giriş, önümüzde bir adamın sokaklara dağılmış bilinçaltı, ancak onun hissettiği bir manyetik alan, büyük daire içine gizleşmiş Alsancak Adasının Psikocoğrafyası olacak devamında; umarım.




Yoldaşlar...


yılların ağırlığı insanın üstüne çökse de sadece, aşk, şiir ve delilik insanı hala sıcak tutabilir.

2 dünya savaşını, faşizmi, bürokrasiye dönen rüyaları, göçleri, sürgünleri, ölümleri yaşamış; ama düş kurmaktan, düşüyle yüzleşmekten kaçınmamış 3 devrimci; 3 can dost...

Breton, Toyen, Peret...

29 Mart 2009 Pazar

bu gün yağmur dindi...

güneşe dalğın bakışlarla baktım.
devlet bizim için günü uzatmıştı, saatimi ileri alırken kadıköy'ün yağmurlarını sevmediğimi anladım.
ama Kadıköy'ün yağmursuzluğunu da sevmiyordum. sanırım sadece güneşi seviyordum.
hissizlik güzel mevsim, tadını çıkar bay perşembe...

24 Mart 2009 Salı

UNKNOWN- 1

Kadıköy’de yanarak ölen adamlar var-diye üçüncü kez söyledim Emre’ye…
İlk kez duymuş gibi şaşkın bir ifade ile gözlerime baktı. Ardından, yüzünü yayarak ‘abi çok içmemelisin’ dedi.
Uzatmanın bir manası yoktu… Çünkü alkolün bile gücü hiçbir Gerçeği karartmaya yetmezdi. Yarım kalan votka-toniği fondipleyip kalktım.

Kadıköy’de yanarak ölen 1 adam vardı, kimsenin umurunda olmasa da… Ama benim için bunu konuşmadan , hissetmeden , anlatmadan yaşamak anlamsızdı. Local’den çıkarken kafamı eğip Hera’ya baktım. Tan oradaydı, yanında iki kız vardı. Bu gece en azından biri ile yatacaktı.
Havuza doğru karmaşık düşüncelerle yürüdüm; belki yolda Cins’e rastlarım umuduyla. Sanırım bu gece graffitiye çıkacaktı

İnsanlar metafizik şeylerle bağını çoktan kesmişti. Kehanetin tüm bilgisi unutulmuştu. Rüyalar hafızalardan silinmişti. Işıltılı rasyonel dünya ihtimalsizlikleri boğuyordu. Rastlantının zorunluluğu yoktu artık.
Sadece çocuklar ve deliler inanıyorlardı olağanüstüye. Gerçeklik kocaman ve akışkan bir karaltıydı; her yeri ele geçiren, kendine dönüştüren. Para vardı, ego vardı, statü vardı, küçük ve büyük iktidarlar. Yani bata çıka, vıcık vıcık gerçeklik. Görülen her düş sabah unutuluyordu. Başkalarının hayat dediği şeye biz bu yüzden yalnızlık diyorduk. Gerçeklik üstümüze çöktükçe varlığımız 1 faciaya dönüşüyordu…

Sessiz ve yağmura teslim bir Kadıköy akşamıydı ve Cins düşündüğüm gibi merdivenlerde içiyordu. Yanında adını bilmediğim yada hatırlamadığım genç bir writer vardı. Beni görünce birasını taş basamaklara koyup, yaklaştı.

Kadıköy’de yanarak ölen bir adam gördüm –diye inledim...
Kocaman sardı, sıktı bedenimi; ağlamaya başladım.
Basmakta bekleyen siyah poşetten 1 kutu açıp, uzattı. Soluksuz içtim uzun uzun. Cins sırtıma vurdu ‘eyvallah, hele bir soluklan’ der gibi…

Biten bira kutusunu bırakacak bir yer ararken delikanlının bizi bırakıp gittiğini fark ettim. Basamaklara oturduk yan yana, Cins ‘anlat’ der gibi baktı bana; anlattım…


Solaris/Lem


Son hafta öyle beklendiği gibi davranmıştım ki Snow da kaygılı gözlerle beni izlemeyi bırakmıştı. Yüzeye bakılırsa dingindim: ama için için, aslında kendim de kabul etmeksizin, bir şey bekliyordum. Rheya’nın dönüşü mü? Bunu nasıl bekliyor olabilirdim? Hepimiz biliyorduk ki maddesel varlıklardık bizler, fizyoloji ve fizik yasalarını yenmeye yetmezdi gücümüz. Yapabileceğimiz tek şey o yasalardan tiksinmekti. Aşıklarla, şairlerin sevginin ölümden de üstün saydıkları gücüne olan inanç, şu ‘can tükense de sevgi tükenmez’ inanışı bir yalandı; yararsız, üstelik eğlenceli de olmayan bir yalan. Öyleyse insan, zamanın akışını ölçen, kah bozulan kah onarılan; ustası onu her çalıştırdığında düzeneği umarsızlık ve sevgi üreten bir saat olmaya rıza mı göstermeliydi? Her insan tekinin, en eski acıları, yinelendikçe gülünçleşerek durmadan daha da derinleşen en eski acıları baştan yaşadığı düşüncesine alışmak zorunda mıydık? İnsan varoluşu kendini yenilemek zorunda olabilirdi, buna diyecek yoktu, ama dillere pelesenk olmuş bayat bir ezgi gibi ya da ayyaşın tekinin durmadan müzik kutusuna tekliği bastırıp baştan çaldığı bir şarkı gibi yinelenecekse…

Bu akışkan dev yüzlerce insanın canını almıştı. Tüm insan soyu onunla incir çekirdeğini doldurmayacak bir bağ kurabilmek için boşuna çabalamıştı. Şimdi de benim ağırlığımı bir toz zerresini umursadığından daha çok umursamıyordu. İki insan bireyinin trajedisine de bir tepki gösterebileceğini de sanmıyorum. Ama yine de bütün etkinliklerin bir ereği vardı… Doğru, kesinlikle emindim, ama belki sonsuz küçüklükte; belki yalnızca düşsel de olsa yine bir fırsatı tepmek olacaktı çekip gitmek…. Öyleyse burada, ikimizin de soluduğu havada mı yaşamalıydım artık? Ne adına? Onun dönmesi umuduyla mı? Hiç bir şey ummuyordum. Ama yine de, yine de bir beklentiyle yaşıyordum. O gittiğine göre geriye bu kalmıştı yalnız. Beni hangi başarıların, hangi gizli alayların, hatta daha hangi işkencelerin beklediğini bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyordum; ama amansız mucizeler çağının hala geçmediği inancında diretiyordum….

21 Mart 2009 Cumartesi

Dembedem

dostları yalnız bırakmayacağız...

Magritte


kuşlar kendi türlerini yemezler... yalan zamanlar bunlar.

20 Mart 2009 Cuma

Unknown ya da Kişisel Sunu


Sanırım vakti gelmişti… yıllar olmuştu o beni ben onu 1 mor ufuklu sahilde bırakıp gideli…
Yazmanın 1000 türlü hali var, bunu ancak yaşamayı beceremeyen, böyle 1 cümle görünce ürperenler bilebilir.
Sürekli yağan yağmur mu beni buna geri dönmeye itti, yoksa bacağımdan kopup giden ben’i bilmiyorum. Sanırım o ben kopup giderken, sadece ilahi sona ait yolumu kısalttı. O yüzden o ben koptu ve yeniden çıkıyor şimdi, büyüyerek. Sızlayarak, kaşınarak, yolmak isteyerek, ben hep buradayım ve ölüm sırtında diyerek. Sanırım o ben beni yakında tamamen ele geçirecek.

Yaşamak için acele etmek gerek demişti, R.B… Ki ben ona özenip ilk romanımı 29 yaşında yazacaktım. Şimdi vurdun bir otuz kusur kıyısına. R.B dediysek Barthes değil, Bradbury. Sıkı şair…
Ateş ve Buz’daki göl kıyısındaki hayalet öyküsünü yazan adam. Kozmos izin versin hala hayatta olan adam gibi adam…Boşluğa savrulan düşlerden sonra yine dönüyorum, sevgili Ece’nin dediği gibi mıh gibi yalnız, o öykü kasabasına.
Gerçekçi 1 gerçeküstü öykü…Yakında burada, sanırım paça parça, bilmem kaç kısmı tekmil, sergüzeşt bir facia…
Dostlarımın ve o güzel insanların sevdiği öyküleri anlatmak, istediğim şey sadece bu.

17 Mart 2009 Salı

seçim yada büyük şey

işimiz delilik, gücümüz hiçlik......

Sen İnsansın (yabancılaşmış olsanda) Büyük Düşün!


işimiz kaos, gücümüz kaos...

yaşasın ihtimalsizlik!

16 Mart 2009 Pazartesi

Şebeke Action 1



kollektif diriltme ayini
14 03 09 beyoğlu

13 Mart 2009 Cuma

kaltaklar listesi...

1-tina turner/private dancer2-patti smith/smells like teen spirit3-mariana faithful/working class hero4-shivaree/good night moon5-tori amos/love song6-nouvella vague/this not love song7-peaches/ı dont give a fuck8-bjork/army of me9-ladyytron/destroy everting you touch10-goldfrapp/lovely head11-kate bush/wuthering heights12-portishead/all mine13-eurythmics/here comes to raining again14-joan baez/donna15- madeleine peyroux /between the bars16-blonde/call me17- p j harvey/the letter18- mariana faithful/broken english19-katrina &waves/ı walking of sunshine20-patti smith/because the ninght21-pat benatar/invincible22-nazan öncel/mahrur beste23-beth gibbons/tom the model24- tori amos/talula25-alanias morisette/hands clean26-aguaturbia/erotica26-madonna/like a virgin27-blonde redheads/slogan28-emillie simon/ı wanne be your dog29-shivaree/ı close my eyes30-bjork/joga31-mazzy star/fade in to you32-patti smith/horses33- siouxie and banshees/paradise place34- aguaturbia/evil35-peaches/teacher of peachers36-jefferson airplane/white rappid37-suzanna vega/in Liverpool38-nükhet duru/ben yine sana vurgunum39-emilia simon/the date40-bangles/haze shade of winter41- amy winhouse/rehar42-garbage/stupid girl43-too drunk to fuck/nouvella vague44-portishead/roads45-goldfrapp/horse tears46-sinead o connor/silent night47- mariana faithful/sister morfin48-patti smith/lo and beholden49-nena/99 red baloons50-cyndi lauper/girls just want to have fun

yaşama sevinci


yaşama sevinci adına unutma 2 şeyi
1-öfkeni hiç kaybetme
2-sana huzur veren var oluşları (sokak hayvanlarını,denizleri, delileri, çocukları,kuşları...) unutma

12 Mart 2009 Perşembe

roads

genelde çok sıkıcı bir gezegendi burası;
ve büyük kalabalık için sadece 'an' vardı. köşelerine çekilmiş azınlık sadece unutmaya çalışıyordu; gözyaşlarıyla.. .

tuhaf bir gezegendi burası; fazlasıyla acı yüklüydü kümülüsler. ama varoluşlarını kalabalık ve gürültü içinde gizlemiş en tedirgin ruhlar ise unutmayı bilmiyorlardı . öğrenemeyeceklerinden değil; reddettikleri için.

boğucu gezegende, sıcak bir akşam üstü 'yerçekimi' denen hadiseyle sorunları iyice artmıştı. uzun düşüncelere dalıp gidiyordu, mutlaka linguistik sorunları vardı.hatıra yüklü sahile, elindeki sigaradan hırslı dumanlar çekerek yaklaştı.

uzaklaşan vapuru, utangaç bir martı telaşıyla izledi. rıhtımın sınır çizgisine kadar ilerleyip; dibe doğru baktı. dip sıcacık ana rahmi kadar huzur saçıyordu; ruhuna.
en köşeden bir kaç antreman yaptı diple buluşmak için...
tam özlediğini düşündüğü sıcaklık ile kucaklaşacakken; gözüne çarpan yaratıklar aklına yıllar ötesinden gelen bir anı gibi düştü. midyeler...
midyeler kayalıklara, tüm inatçılıkları ile tutunmuştu.kopmak istemiyorlardı . yaşamın bir tür direnç olduğu bir iklime aittiler. bu güne kadar dikkatini çekmemiş, gecikmiş deneyim; sarsıcıydı.
önce bir kaç adım geri geri yürüdü; ardından bir anda arkasına döndü; karşısında bir kapı vardı.

az sonra kapı açıldı; elinde bastonu, kafasında fötr şapkası olan yaşlı bir adam onu içeri davet eden bir el işareti yaptı.
karanlık bir koridorda kısa bir süre yaşlı adamı takip ettikten sonra; üzerinde onlarca kedi dolaşan ağaçlarla kaplı bir bahçeye çıktı.
karşıdan ona yaklaşan cüce bir travesti seslendi:
'tam zamanında geldiniz DR. Benway sizi bekliyordu'

onca yol atlantik boyunca...


rüyalarında gördüğün insanları, uyandığında aramalısın. hayatı daha kolay yapar

'biri beni sever

sen gök beyaz dersin

o ise ama bulutlar siyah der...'

Kaç Kişi mi? 1 Tanesi Yeter!


helikoptere kadar gördüğüm tüm çıkıntıları tekmeliyorum. telekom kutuları, borular, direkler; hepsini tekmeledim. hem de sağ bacağımla, hemde tüm nefesimle...

çok kolay unutuyorsun. çok değil geceydi... hayalet atları sürmüştük, sen sabahına unuttun. unutmam gerekiyor gibi kaçıyordun hep ve bunda bir güvercin adımı yoktu. yoktu-n yoktu-n yoktu-n...

havuza kadar tüm çıkıntıları tekmeledim... bacağımdaki ağrı beynimi yiyen sancı ile boy ölçüşemez. çok değil geceydi, tüm dünyaya karşı bir orduyu tartışıyorduk. ve ona: karşındayız işte, sen ne yapacaksın, kaç kişiyle lan -diyebilirdik o an, fütursuz...

oysa bizim ordumuz yokmuş...
iç 1 uzay varmış sadece ya da histerik nevrozuma ordu diyordum. bir savaş var sanıyordum, hep kendimle dövüşüyormuşum. yerlere düşüyor, oklar yiyor, baltalardan sakınmaya çalışıyor, insanlar izliyor, insanlar gülüyor,bazı insanlar üzülüyorken. şimdi bu yüzden rahatlıkla tekmeliyorum her şeyi, bacaklarımı koparırcasına, çünkü ordu düştü. düş tü..

anladım...
varlık 1 faciaydı
sevgili sokak itleri bile bunun sağlamasını yapamaz.

bogulurcasına kalktım,öğle olmuş. E5'i ansızın papatyalar basmış bu sabah. dizelerime engel olamadığım kırmızı başlıklı dolmuş akarken E5'te bilmediğim 1 yitimime papatya topluyor dört 1 yanda kadınlar...

tüm dünyaya karşı yeksem, farketmez kaç kişi olduğunuz. gömülesi papatyalar ve gökteki güvercinler bana yeter.

ve de bir Tom Yorke türküsü mavi gözyaşlarının geçitine akan hüzüne eşlik ederek...

..........................................................................................................................................................................

hadi, hadi canım sende
beni çıldırttığını mı sanıyorsun
hadi, hadi
sen ve kimin ordusu?
hadi, hadi
kutsal roma imapratorluğu
hadi eğer düşünüyorsan
hadi eğer düşünüyorsan
hepimizi alabilirsin..

sen ve kimin ordusu?
sen ve senin kafadarların

çok kolay unutuyorsun
bu gece süreriz
hayalet atları

(çeviri: Ozan Durmaz)

11 Mart 2009 Çarşamba

EL PASO

El Paso Sınırı

İşte şehre geldi en çok nefret edilen
Bir transatlantik dolusu virüsle
Beynimin dibinde bir yaratık
Soluğum ağır veba

Kaç kez kapılarını zorladım
Tekme yumruk uzuvlarımı paraladın delilik!

Bilmeden güzellikleri peşime taktın
Çaresiz özyıkım atavistik hafıza
Yok ederken her şeyi kahkahalar attın delilik!

Bak bar da çoktan kapandı
Posta arabası bu gün de gelmedi
Söyle; her gün ölerek bu sınır geçilir mi delilik?

El Paso Geçilmez!

09.03.08
beykoz

Hitap Sorunu

İnsan eğer monolog yapmıyorsa ağzından çıkana dikkat etmeli. Her insan ile ilişkin ona nasıl seslendiğin noktasında başlar. Seslenmenin ideolojisine uyananlardan biri Althusser’di.
Bana yanlış seslenenlerden nefret ediyorum.

Eski Fabrikaların O Tuhaf İçuzayı...




meme ucu ve ayna....

Sürrealist Devrimin Ruhsal Kaynakları

Sürrealist Devrimin Ruhsal Kaynakları

Avant garde hareketler ve karşıt-kültürler değişime yönelik, radikal ve devrimci bir öz taşırlar. Kapitalist sistemin ideolojik-kültürel yeniden üretim aygıtları sürekli muhalif bilince dair ne varsa sistemin kullanımına açma, onların devrimci enerjisini sömürme uğraşındadır. Bu gün Dada, Situasyonizm, Beat ya da Punk gibi en radikal akımlar sistem tarafından tüketim toplumunun bir parçası haline getirilmeye çalışılmaktadır. Reklamcılık, tasarım, moda, Hollywood sinemasının sürekli malzeme çaldığı, sisteme devrişirmeye çalıştığı mevzilerin başlıcası hiç kuşkusuz Sürrealizmdir. Bu yüzden 1. Sürrealist Manifesto’nun 84. Yılında, sistemin yaylım ateşi altındaki Sürrealizmi oluşturan tinsel kaynaklara dönmek zorunluluktur.

Tinsel Bir Tavır Olarak SürrealizmSürrealizm
en başta araçsallaşmış akla bilerek ve isteyerek sırt çevirmektir. Gündelik hayatın totaliterliğinin yarattığı uyku halindeki bireyi şoklar vasıtasıyla sarsmak, gerçeklik adlı uykudan kaldırmak gerekmektedir. Kendi gerçeğinin ve tutkularının farkına varacağı yeni bir zihinsel duruma yelken açmasını kışkırtmak için.Rimbaud’un şaire kaşif rolü vermesi boşuna değil. Kendini keşfetmek için dünyayı yeni bir bakış açısı ile yeniden keşfetmek, oradan kendine dönmek… Ve böylece ‘bir başkası’ olarak ben’in parçalı yapısını, evrensel uyum ile birleştirmek; kendini tanıyarak bir tamlığa varmak. G.J. Ballard’ın dediği gibi asıl yabancı gezegen kendimizdir. Kendi iç-uzayımıza seyahatlere çıkmak, kendi psiko-patolojimizin derinlerine dalmak. Otomatik yazı da tam bu noktada içimizdeki ben’lerin ajanı, sözcüsü olur. Kişinin kendi bütünlüğünü tanıma sürecinde ebe rolü üstlenir.Ancak gece rüyalarımızda karşılaştığımız ben’lerin söylemlerini ayaklandırmak otomatik yazının telepatik gücüdür. Kentsoylu aydınlanmanın rasyonelitesine savaş açan Sürrealizmin düş atlası, uzak doğunun sunya anlayışından vahdet-i vücud’a dek uzanır.

Susturulmuş Söylemlerin Ayaklandırılması

Breton’un ilk Sürrealist manifestosu çocuklar ve deli ilan edilenlerin saflığına övgü ile açılır. Zamanın hükümdarlığından, çalışmanın köleliğinden, toplumun ve dinin kişiyi ezen kurallarından bağımsız çocukluk, yitirdiğimiz özgür geçmişimizdir. Çocuk şaka yapar, eğlenir, her şeyi oyuna çevirir, gerekirse şımarır yani büyüklerin yaşamının rasyonelliğine gedikler açar. İsterse soyunur, çıplak gezer, ahlakı ve kutsalı hiçe sayar. Sever ve sevgisinde bencildir. Lunaparkların, hayvanat bahçelerinin, çocuk parklarının, kocaman sahillerin taşıdığı devrimci psiko-coğrafyanın sadece çocuklar farkındadır. Bu yüzden Sürrealist yaratıcıların asıl çabalarından biri çocuk ruhunun yaratıcılığına, şenlikli doğasına geri dönebilmektir. Çocuk ruhundaki saflık, geçen yıllarla ailenin ideolojisi oidipus, bir kalıplaştırma aracı olarak okul, askerlik, iş süreci, statü gibi aygıtlarınca bastırılacaktır. Sürrealistlerin amacı herkesi içindeki bu özgür ruhun hayaletini geri çağırtmaya kışkırtmaktır.Aklın ve toplumsal statükonun kurallarına uymayan-uyum sağlayamayan insanlar deli olarak ilan edilirler. Akıl hastaneleri uygarlığın en büyük kapatılma mekanizmalarındandır. Sigmund Freud büyük devrimi psikanalizin açtığı yolu takip eden Sürrealistler kentsoylu toplumun delilik saldırına karşı çıkmışlardır. Akıl merkezli dünyanın kibri, akla hiçe sayanlara bir hapishane hayatı sunarken, Sürrealistler deliliğin özgürlüğünün savunucusu olmuşlardır. Art Brut hareketi ile deli ilan edilenlerin üretimleri topluma açılmış, psikiyatriye karşı anti-psikiyatri hareketi desteklenmiştir. Nerval’den Unica Zürn’e, Sade markisinden Artaud’a Sürrealizm deliliğin dağlarına tırmanmaktan hiç çekinmemiştir.

Çılgın Aşkın Savunusu
Fransız ozan Nerval hayatı boyunca hiçbir zaman beraber olmadığı ve olamayacağı Jenny Colon’a aşık olarak yaşar. Bu aşk tam anlamıyla hayatının merkezinde, her şeyindedir. 1836 da başlayan bu tek taraflı tutku, 1847 de Jenny’nin evlendiğini haber alınca daha da büyür. Bu olayın olduğu soğuk bir gün için şöyle yazar defterine: sıcak bir kış günüydü...
Ardından Jenny’nin genç yaşta hastalıktan öldüğü haberini alan Nerval’in içinde büyüyen kara safra, kendi deyimiyle kara bir güneş olur. Nerval aşklı ile yaşar, aşkın failinin yitimi ardından yaşayamaz; Paris sokaklarındaki her hangi bir gaz lambasının direğine kendisini asar.
André Breton’un çılgın aşk adını verdiği şey, bu çırpınışlı varoluş halidir. Platonik aşk, bilinçaltı arzuya denk gelir ve asla tatmin edilemez. Kor alevlerle yaşanan, çırpınan, çıldırtan bir tutku selidir. Çığlın aşk mantık tanımaz, sonsuz bir para-normal birlikteliktir.Bu satırları az önce sürrealist eyleme omzu veren bir dostun dünyadan kendini ayıran eylemini haber almış bir yürek olarak yazıyorum sevgili Nerval. Bu dünyanın en çok yücelttiği şey olan yaşamı kendi elleriyle son vermişlere: Van Gogh, Vache, Zürn, Cravan, Rigaud, Sage ve sen Tutkutut… Ey bana adımı veren sen, sen konuştun ve tüm evren sustu, hiçliğim artık sonsuza dek bir kara ayna, yıkımım ise dünyadan nefretimdir; üstad Nerval…

Çılgın aşk sadece platoniktir demek eksik olacaktır. Rastlantının o tuhaf yasaları bazen mutluluğa da izin verir. Rene Magritte 15 yaşında ailesi ile gittiği bir panayırda 13 yaşında bir kız ile tanışır ve ona hemen aşık olur. Yıllar boyu panayırdaki o kızı arar ve 24 yaşında hayatının aşkı olan Georgette ile evlenir.Breton’un Nadya, Çılgın Aşk gibi bir çok romanı hayatındaki bu çığlın aşk rastsal randevularının otobiyografisidir. Bir sürrealistin inanç besleyeceği tek şey rastlantılardır. Her insanın kozmosa dağılmış bir şansı vardır ve Sürrealistlerin nesnel rastlantı olarak formüle ettikleri arayışlar bu altın postu bulma çabasıdır. Dali, evini ziyaret eden Eluard’ın kendisinden 10 yaş büyük karısına aşık olur. Çılgın ressam, evleneceği Gala’ya ömrü boyunca tapacaktır. Ve çılgın aşk Aragon, Eluard, Desnos gibi Sürrealist şairlerin büyük dizeleri ile ölümsüzleşecektir.

Bireysel varoşlun anlamsızlığından evrensel uyuma giden yol tefekküre dayalı, yalnızlığın yolu değildir. Aşk; özgürlük ve kolektivizme giden yolun ilk adımlarındandır. Yeniklerin, sanatçıların, devrimcilerin, delilerin çılgın aşkı, yaşadığımız sefil dünyaya karşı ilk başkaldırma girişimidir. Ece babanın deyişiyle aşk örgütlenmektir!

Tüm İktidar Düşlere!
Aslında her ölümlünün 2 yaşamı vardır. Biri gündüz yaşadığımız gerçekliğin rasyonelitesi, diğeri gecelerimizi dolduran düş evrenleri. Kendimize ait diğer ben’lerin söylemlerini ayaklandıran düş, henüz bilmediğimiz iç denizlerimize sürükler bizi. Orada her şey mümkündür, bir tek yumurta atarsak koca kaleler yıkılıverir, sokakta bir kere görüp aşık olduğumuz kişi düşte bizim yarimizdir, korkunç otorite o evrende bir palyaçoya dönüverir. Düşün bilinci, gündelik hayatın baskısıyla körelmiş yaratıcılığın sesidir. Sürrealistler düşün söylemini ve eylemini tüm hayata hakim kılmaya çalışırlar.
Gündüz düşleri, aşk, şarap ya da başka esrikleşme araçlarından da gerektiğinde yardım alarak. Düşü ile barışık insanlar, kendi özgürlükleri ile barışıktırlar. Bu yüzden Sürrealistlerin bildirileri ‘anneler, babalar, çocuklarınıza düşlerinizi anlatın’ sloganı ile başlar.

Bir Saldırı Silahı Olarak Kara Mizah
Gündelik gerçeklik karşısında mesafeli uzaklık, dışındalık, yadırgatıcı bir bakış kara mizahın yokla çıkış kılavuzlarındandır. Sistemin yarattığı bir illüzyon olarak büyük insanlığa dair söylemleri tersine çevirmek gerekmektedir. Kara mizah, yeni var oluşların ateş hırsızlarının elinde bir silaha dönüşür: Swift’in keskin mizahı, Fourier’in nükteleri, Sade’ın saldırgan mizahı, Dada’nın kendisi, Jery’nin delişmen Übü’sü, Duchamp’ın hınzırlığı, Dali’nin parayonak-kritik bakışı, Prevert’in neşeli kara alayı, Topor’un şiddeti, Svankmajer’in mutasyonları, Miro’nun kadın, kuş yada kişileri…Kara mizah uzlaşmayı sevmez, kabullenmek yerine başkaldırıyı seçer. Düz, yapışkan, içeriksiz mizahın boş eğlencesine karşı, kara mizah Gerçek’in karamsarlığını, nihilizmin dövüşken umutsuzluğunu kuşanır. Bu yüzden kara mizah sonuna kadar dövüşkendir ve liberterdir. Her türlü toplumsal önyargıya, ortodoksluğa, kentsoylu sahte ahlak savunularına karşı uzlaşmazdır. Artaud; Max kardeşlerin ilk filmi Animal Crackers’i bir öncü kabul eder. Olguları sistemin hesaplamadığı yerlere sürüklemek ve oradan çılgınlığa bir selam çakmaktır bu tavır. Nesneleri kendi kullanımlarından saptırıp, onlara yeni anlamlar-kullanımlar yükleyen gerçeküstücü nesneler kara mizahın en belirgin örneklerindendir. Aynı yöntem şiirde bir birinden bağımsız imgelerin otomatik yan yana gelmesi, dili kırmaya yönelik oyunlar ve anlam saptırmalar ile ortaya çıkar. Ressam Magritte, şair Prevert ve Peret, sinemacı Svankmajer bu simyanın ilk akla gelen ustalarındandır.2008 Türkiye’sinde sırf kadınlara has plaj açan ve bu plaja 9 yaş üstü erkek çocukları almayı na-mahrem sayan anlayışların iktidarında, ülkemiz Sürrealistlerinin, sanatçılarının, sokak yaratıcılarının elinde sınırsız bir kara mizah cephaneliği, harekete geçmeyi bekliyor.
.......................... (devam edecek)
Bay Perşembe

6 Mart 2009 Cuma

Çilek Alerjisi





felaketten sağ kalmanın bir matematiği olmalı.

uçak kazasından sağ kurtulma umudu ile yaşanan bir hayatın peki, sağlaması olabilir mi?



5 Mart 2009 Perşembe

Kadıköy Berber Etiği

sabah hüzünle uyandım yine; ne yazık yağmur vardı yine.
açık bir ufuk vaadiyle bu şehre yeniden gelmiştim. ama hala kapalı ve nefes almak çok zor. angs kafası ile evden kaçtım, kendimi değiştirmem belki çok zordu; sanırım bir berber bulmalıydım.

kadıköy berberi insanları müşteri değil 'özne' olarak algılar ve bu yüzden berber salonu nefes alınabilir bir yerdir.
boşverin Basmanedeki toplumcu gerçekçi halkın berberi efsanesini. bunun her yerinden bir şark kurnazlığı sızdığını gördük çoktan.
3 lira sakal
5 lira saç tarife bu ve salla pati yada otomasyon bandı kafası yok, hizmet var Kadıköy ber ber etiğinde.

koltuğa oturdum, sakalları kes dedim... gerisi ustanın işiydi gereken her şey, rızam alınarak yapıldı.
kesim işlemi bittince yüzüme bir havlu örttü ve 2 eli ile boğazımı kavradı, dedim ki -işte bu işaret sonunda, Tanrı hükmünün binlerce eli olabilir, hadi üşenme bitir şu işi...

bitirmedi ne yazık sadece uzun bir masaj yaptı, ödemeye yansıtılmayan.... neden der gibi baktım. çok gergin duruyorsunuz bu sabah -dedi usta.
sanırım yağmurdan ve geç kalan bahardandı her şey.

teşekkür ederek ve her zamanki gibi çırağa küçük bir bahşiş bırakarak terk ettim salonu. adımlarımı yalnızlığın ve yağmurun ritmine bıraktım.

parçalanmış hayatlar...pekte özenilecek bir şey değildi. en azındna uzaktan berbat göründüğünü geçte olsa kavramıştım.
ama evren ile bütünleşecek yeni bir yalnızlık teorisi hala icad edebilirdim, dünyanın sonu gelmeden.

sanırım bu kentte öleceğim...

Alkol Patlaması

sanırım içerek intahar etmek projemden vaz geçme vakti geldi....
1-içerek kolay ölünmüyor
ve
alkol sadece evrensel yalnızlığın parça tesirini arttırıyor.
içimde bir yerlerde gizlenen şamanı uyandırmalı...

KALTAKLAR...


8 mart pazar
ağlamak ve dans etmek adına...

kadıköy/local

1 Mart 2009 Pazar

başka 1 hayatı...

değil bu hayatı geri alacağız!