25 Aralık 2011 Pazar

Ubik Project ve 1 Tatlı Melankoli



Açılışa 10 günden az kala, Ubik Project sergisinin kurulumu için tüm ekip harıl harıl çalışıyoruz. Bu noktaya gelene dek –Eylül ayından beri- 10’un üzerinde toplantı, Kadıköy ve Taksim olmak üzere 2 performans gecesi, 6 dakika 15 saniyelik bir proje tema müziği kaydı, 1 fanzin, farklı afişler, sticker’lar, flayer’lar ve sokak performansları yaptık. Dün sergi alanına, onun dağılımına baktığımda, keyif ve huzur duydum. Çünkü gerçekten güzel bir sergi hazırladık ve onu güzel kuruyoruz.

Yıkım 2011 de virane bir binayı bir alternatif sergi alanına dönüştürmüştük, Ubik project’te ise bir galeriyi her sanatçının kişisel düş dünyasını, Ubik evrenini yansıtan “ada”lara dönüştürmüşüz. Kuşkusuz Periferi sergileri; özgül süreçlerinin başlangınından açılışına kollektif ruh, enerji, emeğin somutlaşması, işlerin mekan ve birbiri ile ilişkisi, sokaktan netteki adalara uzanan geniş otonomik varlığı, kavramlarının çağıl imge ile daraltmaması ve buna bağlı sanatçı katılımında da yerelle sınırlı kalmayıp- uluslararası bir duruş sergilemesi, yeni bir tarz yerleştirme mantığı ile uzun vadede akılda kalacaktır.

Bu yoğun sürecin sonuna, izleyicinin takdirinin karşına çıkmaya hazırlanırken, yorgun ama mutluyuz. Çünkü gerçekten güzel bir sergi hazırladık. Sonuçta bir romanın sergiye dönüştürülmesi anlamında bu proje , ülkemiz de bir ilk olmanın misyonunu taşıdı ve gelecekteki benzer konsept sergilerin önünü açtı. Tüm dostları bu enerjimizi, hevesimizi paylaşmaya 4 ocak 2012’de beklerim.
R.A.

4 Aralık 2011 Pazar

Mutant Varoluş Bildirgesi! / Manifesto of Mutant Existence!


works detail/detay

Mutant Varoluş Bildirgesi!
İnsan türü, yüzyıllardır, yaşadığı gezegeni ve onda varolan farklı yaşam formlarını yokoluşa sürüklemektedir. Elimizde kalan ise petrole bulanmış denizlere, eriyen buz dağlarına, soyu tükenen canlı türlerine ait bir yokoluş müzesinin arşiv görüntüleridir.

Teknik ve bilim de sağladığı büyük ilerlemenin, karşılığını insan tininde bulmak imkansızdır. İnsan uygarlığının geliştirdiği ilerlemeci-aydınlanmacı ütopyaların hep vardığı menzil; haz, tüketim, iktidar, şeyleşme batağındaki bir virüs formülüdür.
Sürekli üretilen-tüketilen küresel gündelik yaşam, sürekli güncellenen bir sanal hayat döngüsüne dönüşmüştür. Artık “idrak” edebilen, her radikal öznelliği boğan bu gerçeklik hapishanesi yıkılmalıdır.

O zaman “insan”dan geride kalan etik-poetik mirası farklı formlara, yaşamlara taşımayı tartışmalıyız. Bu yokoluş sarmalından ufukta beliren tek çıkış yolu, yeni ve mutant varoluşunların kapısını “tık tık”lamaktır.

Yeni –gerçeküstü- var oluş,
Yeni et-bilinç,
Yeni mutant tin!

Rafet Arslan
Ekim-2011 (İstanbul)
*
Manifesto of Mutant Existence!
For centuries, humankind has been leading the planet that it lives in and dissimilar life forms existed on it into destruction. What remains to us, are only the archive images of a museum of destruction consists of seas soaked in petroleum, icebergs melting away and species becoming extinct.

It is not possible to find a corresponding advancement for the great advances of science and technology in the human spirit. The limit reached by the enlightenment-advancement utopia developed by the human civilization is a virus formula in a deadly trap of pleasure, consumption, power and objectification.

The global daily life which is constantly being produced-consumed has transformed into a virtual cycle of life that is constantly updated. This prison of reality which destroys all radical subjectivity and can now be “perceived” must be destroyed.
Then, we should be discussing the ways to carry the ethical poetic heritage left from the “humankind” into lives. The only emerging way out of this spiral of destruction is “knocking on” the doors of new and mutant ways of existence.

The new surreal existence
The new flesh-consciousness
The new mutant soul!

Rafet Arslan
Ekim-2011 (İstanbul)

Translated by Alican Azeri
*
ps:

“Mutant Varoluş Bildirgesi” adlı çalışmam Are You Alive sergisi kapsamında izlenebilir.
My work which is named “Manifesto of Mutant Existence” can be seen through the exhebition “are You Alive”.

10 Kasım 2011 Perşembe

23 Ekim 2011 Pazar

14 Ekim 2011 Cuma

Çukurcuma’da Bir Hayalet Kadın! * A Ghost Woman in Çukurcuma!



1
Ölüm uzun koşumuz, sabit menzilimiz; bakiyesi sadece anılar olan, kalan. O yüzden her birimiz biriktiririz yaşamlarımızı azar azar; resimler, anı nesneler, hediyeler, çerçevelerle. Yaşamlarımızdan kalanlar ile belki bir gün biri bulur gelir ve sönmüş ruhumuza ışık üfler diye. Sonsuzluğun hükmünü bilerek ve ona inat..


2
Yaşamda bir düşün, bir imgenin peşinden koşanlar ancak, eskimiş gözden düşmüş nesnelerdeki ışığın, parıltının farkına varabilirler. Gündelik hayatın kaosu ortasında yok oluşa terk edilen yaşamların, dizelerin, imgelerin keşfine soyunmaya cüret ederler. Bu yüzden Walter Benjamin’in imgesinde sanatçı hem bir koleksiyoncu hem de amatör bir dedektife denk düşer.

Komet’in bir kadının sokağa terk edilmiş yaşam izleri üzerinden yarattığı porteye bu “parıltı” ile bakmak doğru olacaktır.


3
Ressam öncelikle; bilinçli bir çaba, emekle yan yana getirtiği anı nesnelerinden donmuş zamanı kilitleyen ve onu geleceğe doğru, zamanda yolculuğa tahrik eden bir modülün krokilerini oluşturuyor.

Ardından; bulduğu her nesnenin üzerinden görülmez fırça darbeleriyle, özenle geçerek boşluğun içinden bir kadın portresinin silüetini çıkartıyor. Doğumla çürümenin, ölümle erosun, zamanla imgenin kesiştiği bir bıçağın sırt çizgileri üzerinde. Ve bir kadının hayaleti Çukurcuma’da boy gösteriyor.


4
Çerçevelenmiş hatıralardan, fotoğraflar, gazete kupürlerinden, mektuplardan, sertifikalardan oluşturulan bu portre/puzzle; geçmiş zamanın ışıltılı cemiyet yaşamının, öncü bir figürün, bir cumhuriyet kadınının unutulmuş yaşamının izleri anısına estetik bir forma dökülüyor. Ama, silinerek yazılan hatıralardan, çerçevelerde yer almayan, saklı travmaların izleri de zamanın tozlarına karışıyor.

Sanki Neriman Hanım; bir gün bulunacak umuduyla, yaşamını kıymetli kıldığına inandığı her şeyi, takıntılı bir hevesle biriktirmiş ve böylece sırtımızda taşıdığımız ölümün gizini bertaraf etmeye girişmiş. Bu yüzden boş çerçevelerden sızan lekeler sadece hüznü değil, tekinsiz olanı da çağırıyor.


5
Neriman Tuna’dan geriye kalan bu anı birikintisinin “bir Komet sergisi” haline gelmesi kimileri için şaşırtıcı olabilir. Fakat modern ya da postmodern sanatları avangard üzerinden okuyan herkes, Duchamp’tan beri buluntu objeler ve onlarla yapılan düzenlemelerin bir yeniden yaratım süreci-estetiği oluşturduğunun bilincindeler. Komet’in yapıtı ise daha 70’li yıllardan beri kavramsal sanat deneylerine açık bir özgürleşim haritası üzerinde ilerler.


6
Peki; gerçekte bu hayalet kadın, Neriman Tuna kimdi? Sanatçı burada yanıt vermekten çok bulguları ifşa etmek, hatıratı saygıyla paylaşıma sokmak, soru işaretlerini açığa çıkartmakla ilgilidir. Gerisi tarihin ve tarihe not düşen araştırmacıların çabası olacaktır. Elimizde olan sokakta bulunan çerçevelenmiş bir yaşam ya da tinsel bir karakutu; tüm ışıltısıyla...


Rafet Arslan
Eylül/Ekim 2011
İstanbul
*

ps:

“Neriman Tuna’ya Saygı” / “An Homage to Neriman Tuna”
Açılış / Opening:: 19.10.2011 @18.30 - 20.30
20.10.2011 – 03.12.2011

HAYAKA ARTI
Çukurcuma Cad No:19A Tophane 34425 Istanbul
Galeri Saatleri Gallery Hours:
Çarşamba - Cumartesi / Wednesday - Saturday 12:00 – 18:00
http://www.hayakaarti.com/
Facebook sergi event: https://www.facebook.com/event.php?eid=293874980639162

*
A Ghost Woman in Çukurcuma!


1
Death, our long distance marathon, our fixed destination, leaving us alone with a remainder of memories. That’s why each and every one of us puts aside his/her life little by little, through photographs, memorable objects, gifts, frames collected. Hoping that someone, some day will find the remains of our lives and shed a light on our souls that faded away long ago. Knowing that eternity rules, but still just out of spite…


2
Only those who chase a dream, an image in their lives, can recognize the light, the glitter disgraced objects bear. They dare to discover the verses, images of lives left to fade away amidst the chaos of daily life. Thus the artist corresponds to both a collector and an amateur detective in Walter Benjamin’s image.

Approaching this portrait created by Komet based on the traces of a woman that are left on the street would be proper by taking this “glitter” into consideration.


3
By means of memorable objects that he juxtaposes with deliberate effort and endeavor, the painter primarily creates draft of a module that locks frozen time and provokes a time travel toward the future.

Subsequently he reveals the silhouette of a woman portrait out of nowhere, by passing over each object he finds, with an invisible brush stroke diligently. On top of the edge of a knife- where birth and decay, death and eros, time and image intersect. And the ghost of a woman appears in Çukurcuma.


4
This portrait/puzzle composed of framed memories, photographs, newspaper cuts, letters and certificates is poured into an aesthetical form in remembrance of the traces of the forgotten life of a republican woman, a pioneer figure representing the bright social life of the past. But owing to these memories rewritten by erasing, traces of hidden traumas not present among those frames mix with the dust of time as well.

It seems as if Ms. Neriman has kept everything she has believed to make her life worthy with an almost obsessive enthusiasm, hoping that they would be discovered some day and therefore has attempted to defeat the mystery of death which we all carry as a hump on our back. That’s exactly why stains leaking out of empty frames not only call for sorrow but also for that (something) which is weird at the same time.


5
It may be a surprise to some, that this heap of memories remaining from Neriman Tuna has been turned into a “Komet exhibition”. But everyone interpreting modern or postmodern arts with the avant-garde, is well aware that since Duchamp, using found objects and making installations with them, form up a ‘re-creation process’ aesthetics. As for Komet’s work, it follows a path of emancipation open to conceptual artistic experiments since the 70s.


6
Well then, who was this ghost woman, Neriman Tuna in reality? The artist rather than answering to this question, is more interested in exposing some findings, respectfully introducing her memoirs for sharing and revealing certain question marks. The rest will be left to history and the efforts of researchers documenting it. What we have in hand, is a framed life found on the street or a spiritual blackbox; glowing with all its glitter…


Rafet Arslan
September/October 2011
Istanbul

Translated by Tuna Poyrazoğlu

6 Eylül 2011 Salı

Şeytan ilerliyor...



ve biz savunmasızız...

ps.
durumun tarifi: "köşeye sıkıştı ruhun"-Y.

"kimse bana unutmayı öğretemez!"



aslında o köprüyü uçurmalıydın; kiyayetsizce...

mutsuzluğun kıdemlesi...


Fotoğraf: Bill Brant/ early morning on the river

ne zaman bitecek bu koşu, kamuya açık ya da kapalı zulüm ritüelleri. karanlık daha mı bir arttı bu sabah, yoksa can çekişen tin'in kısık gözleri mi güneşe bakmaya çalışan?

hepsi bitecek demiştin, hiçbiri bitmedi...

4 Eylül 2011 Pazar

Havuz



Boş yüzme havuzlarının gizli anlamlar taşıdığını ve hatta terk edilmiş bir yüzme havuzunun bir zaman makinesi modülü olabileceğini düşünürüdü J.G. Ballard.

Dolu bir yüzme havuzu peki nasıl bir yeni algıya geçit olabilir. Elimizdeki fotoğrafta bu sorunun yanıtı olmasa da, bu sorunun yanıtına geçit verecek dehlizlerin bazı pusulaları gizli.

Arzu, sadece belirtisizliğin sesini açıyor; boş tin'e!

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Çürümenin Detayları 1: "yeni et"







içinden fırça çekilmiş donmuş boya kutusu.ya da hazır nesne üzerine müdahale, ortaya karışık teknik.

ps: merak etmeyin çürüyor.

31 Temmuz 2011 Pazar

süperego zindanlarından kaçış

1
ben'i değerli kılan "yek" şey, ben'in parçalığı, akışkan ve evrenle bir olan yüzü/yüzleridir.

2
delilik ve boğuntu en büyük düşmanlarımızdır; ipleri süperegoya teslim etmişsek; kendimizi ve zarar verebileceğimiz diğer naif özneleri gözden çıkarmışız-demektir. tahakkümleri yıkan değil, tahakkümle beslenen özyıkım, süperego saltanatlarının lekesidir.

3
yaşama şans ver; süperego deliliğinden kaç.asıl devrimci güç, neşedir.

4
kendini dünyanın merkezine oturttuğunun farkında değil misin ey özne; o zaman sen tastamam bir nesnesin. dünyanın merkezi hiç olmadı-olmayacak!

5
dünyaya atılmışızdır; bu Heidegger ile öğrenilmiş bir bilgi de değildir, çok eski bir biliştir.9. gezegendi bizim evimiz, ana yüreğimiz. varlığın yarılmışlığını; ben'inde otorileştirme; yanlamasına ilerle, esne. kendinden bile; hele hiç emin olma. kendini seven en büyük devrimciler, en büyük zalimler.

6
üç şey insanı iyileştirebilir, deliliğinin kirinden arıdırabilir: utanç, inanç, aşk... neşeye şans ver-hep!

7
bildiğinden bu kadar emin olma, kişisel idelojilerin katılığı; özgürlükten feragatımza eşittir. çok inandığın siyah ve beyaz değil hayat; özgürlüğün kaçış çizgisi hep grilerde.

8
kemikleşmiş fikrini tanrının vahiysi sanma, göksel işrak varlığını internet ile duyurmaz.

9
aşk, bakım ister. iyileştirir beraberinde.süperegonun iktidarına karşı, aynı anda 2 kişiden başlayacak "örgütlenme"dir aşk. seni seviyorum..

10
şizofrenini besle; paranoyana karşı. paranoya; hep bir süperego buyruğu. içindeki faşist "ben".

11
karmaşıklık anksiyeteni besler, basitlikteki güzelliği kaçırma. asıl umut, duru olandır, saf güzellik.

12
ben'e karşı savaşta hınç'a değil, yaşama sarıl. bir insanın göz bebeklerinde parıldıyan-ondan taşan vaad, bizim tek umut ilkemiz.

13
hep geçmişi yaşayan, dayatan bir muhafazakar olma. çünkü süperego nostalji sever; eski anın güvenliğine sığınmış, kendini sever. yaşam an'dır; bugünü yaşamak, sahip çıkmak ise diriliş.

14
bu sabah kendimi yeniden yıktım, kendi yıkıntımdan yeniden doğabilmek için...

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Nergis İstasyonu

Cehennem sıcağı bir akşamüstü ve elektronik taleba belirtiyor Cumaovası istikametine, tam 6 dakika...



Bekleme alanında etrafıma bakıyor, alanın kösnül bilincini hissetmeye çalışıyorum.


Arkamdaki tünel karanlık bir sonsuzluk, önümde uzayan ise dairesel bir ölüm. Bekleyen canlılarda tuhaf psikolojilerin izlerine rastlamak mümkün. Sıkkınlık, bıkkınlık, gerginlik, yer yer tedirginlik. Ama hepsinden öte anlamsızlık, genel bir boş bakış, ifadesiz yüz hali.Sanki az sonra, nakil görevini tamamlamış Naziler, biz tutsaklarını beyaz karo duvarların ışıltısında, kana bulayacaklar.(action paint).


Cumaovası istikametine 4 dakika...


Toplama kampı estetiği ile teknolojik toplu taşıma arasında düşündüğüm analojibeni heyecanlandırıyor. Tekrardan bekleyen boş kalabalığa kayıyor gözüm. Orada bekleyen tüm kurbanlarında bu bilgiyi hissetmelerini arzuluyorum. Kasığım sancıyor...

Cumaovası istikametine 2 dakika...


Müzeler, krematoryumlar, metro dehlizleri, uçak psitleri... Modern bilincin haz-ölüm gelgitlerinin mimari mabedleri. Metronun mezbaha sterilliği içinde karışıyor bilincim.

Ve uzaktan, birden bire biten bir kelebek kanat çırpışı gibi, kulağımda ıslık çalmaya başlayan metro uğultusu eşliğinde...

Temmuz 2011

K.S.K

Etin Bilinci



Bizleri pornoğrafi ile yargılayan otoritenin kaçtığı şey etin bilincidir. Sonuçta ete dair estetik-düşünsel uğraş, her şeyden öte ölüme yazgıya, Gerçeğin kırılganlığına, iktidarın sembollerine ve varoluşun belirsizliğine yoğunlaşır. Bu da eti kasap çengelinden çıkartıp politik praxis ya da kollektif özgüşleşme arayışının ortasına koyar. İktidarın etten tiksindiği nokta tam da burasıdır.
Raf

PS: resim F.Bacon

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Çağdaş sanat manifestoları - Erkan Doğanay

Ona göre şiir sadece basılı kâğıda hapsedilemez. Markör kalemle duvara, elektrik direğine, telefon kulübesine de yazılabilmelidir. Sticker'a şiir otomatik yazılmalı ve yapıştırılmalıdır. Büyük bina çatılarından, otobüs camlarından kuşlanmalıdır. Sokakta yazılan şiir, kaynağına yani sokağa geri dönmelidir. Çağdaş Sanat Manifestoları'nın yazarı Rafet Arslan, birkaç disiplin üzerine düşünen, yazan, çizen, üreten bir isim. Aynı zamanda sokak sanatçısı olarak çalışmalarını başta Kadıköy civarı olmak üzere pek çok yerde duvarlarda stencil ya da yazı olarak belki görmüşsünüzdür. Sitüasyonist çalışma ve eylemleriyle de bilinen Rafet Arslan, kendinin de içinde bulunduğu ya da başı çektiği manifestoları ve kaleme aldığı erekte şiirleri bir kitapta topladı. 6.45 Yayınları arasından çıkan bu kitap, yayın editörü sevgili Şenol Erdoğan'ın uzun uğraş ve titizlikle ele aldığı manifestolar serisine eklenmiş oldu. (Dada Manifestosu, Fütürist Manifesto, Bir Hacker, Manifestosu, sanırım sitüasyonizm ile ilgilide yayın hazırlamışlardı.)


Ben bir başkasıdır
Çağdaş Sanat Manifestoları adlı kitap; manifestolar, metinler, illüstrasyon ve sokak yapıtları ve kolajların şiirle nasıl harmanlandığını sayfalarına taşıyor. Kitap, Sokağın Sanatı İçin Manifesto'yla ve Erekte Şiir Manifestoları’yla başlıyor. Gerçekliğin karşısında olan, anti-oligarşik, bağımsız, liberter bir anlayışı savunan erekte şiirin ne olduğunu anlamak için "sokak"ı iyi bilmek gerekiyor. Sokağı kutsayan cennet ve cehennemin ve şiirin prensi Rimbaud'nun "Ben bir başkasıdır" sözünün konu edilerek ardından gitmek gerekiyor. Sıradan, görkemli, korumalı, yıkık dökük ya da "et"ten duvarların ardında kalamayacağımız mutlak ve belki de bunu bildiği için sokak bizi çağırıyor. Kendi mecrasına, yıkımına... ve bu yıkım özellikle içinde bulunduğumuz günlerde milliyetçi, gerici anlayışsız varlıkların tahribatı ile başka bir boyut kazanıyor. Ve ne acıdır ki bu yıkımdan nemalanmaya çalışan kurum, siyasi örgütlenme ve medya kuruluşları var. İşte böylesi bir iklimde sokağı kullananların kullanım amaçlarını da sorgulamak gerekiyor. Sanatın, öncelikle objektif bir duruş sergileyerek elbette "taraf"sız bir dille derin yapılanmalara, milliyetçiliğe, gericiliğe, statükoya, militarizme karşı da tavır alması gerekiyor. Sanatçı derneklerini, oluşumlarını kendi politik çıkarları, darbeci söylemleri için kullananların bilinir görüşleri bir tarafa, bu yapılarda yer alan, imza atan isimlerin gerçekte sanatla ilişkileri tartışılır olacaktır.


Gerçeklik düşle yer değiştirirse
"Sanatın hayat oluşu, hayatın sokak oluşu, sokağınsa sanat oluşu gerçeği Arslan'ın manifestosunda yeniden dile getirilirken; zamansızlık ve ânın içinde durumlar yaratmak, geçici otonom oluşturmak söz konusudur metnin pratiğinde."

Arslan'ın, erekte şiir manifestosu ile dikkat çekmeye çalıştığı iki önemli başlık ise; (1) Gündelik gerçekliğin sistemin sürekli yeniden ürettiği bir illüzyona dönüştüğü 21. yüzyıl başında erekte şiirin, gerçek için gerçekliğin karşısında olması. Yani gerçekliği düş ile takas ediyor olması. (2) Pek çok edebiyatçının dile getirdiği bir sorun olarak edebiyat dünyasının köşelerini tutmaya çalışan, egolarının ağırlığından kendi cemaatlerini kuran, 'bu iyi-bu kötü yazar, bu şiirdir-bu değildir' fetvaları yayınlayanlardan icazet almıyor olması, manifestonun önemsenen maddeleridir.

Şiirin özgünlüğü ve özgürlüğü savunduğu bir geleceği yaşayabilmek için...
(27 Temmuz/Taraf Gazetesi)

http://www.taraf.com.tr/haber/cagdas-sanat-manifestolari.htm
http://cagdassanatmanifest.blogspot.com/

6 Temmuz 2011 Çarşamba

26 Haziran 2011 Pazar

Zühtü Bayar için...



Türkiye Bilimkurgusunun emektarlarından Zühtü Bayar'ı bu Mart ayında sessiz sedasız, ebedi istirahine yollamışız.Bizde hep küçümsenen bir sanata çok emeği olmuş bir yazardı, huzur içinde yatsın...

18 Haziran 2011 Cumartesi

Bay Perşembe-Destruction 2011 project



Proje adı: Son Hüküm

İçerik:

Birbirine bağlı 3 kolaj serinden oluşmuş, konsept çalışma


Seri 1: soğuk savaşın patalojik yansımaları (4 parça kolaj)
“Lazarus Başkaldırıyor, Anamorphosis, Demirgue ile Yüzleşme, Korkunun Penceresi”


Seri 2: 3. Dünya Savaşı Direniş Sirki (parça kolaj)
“3. Dünya Savaşının Kısa Tarihi”


Seri 3: kozmik savaşın görünmez detayları ( 6 parça kolaj)
“Musa Paralel Evrende, Pleroma’da Sonsuz Bahar, 5. Güneşin İşareti, Sonsuz Gül, İtaat Ağacı, Kastrasyon”


Kavram:
Var olan bu köhne dünyayı yıkmak için, devletlerin, dinlerin, orduların, şirketlerin değil, direniş sirkinin yürüttüğü bir 3. Dünya Savaşı düşlüyorum.


Akla karşı tekinsiz,
Ortodoksiye karşı heterodoksi,
İdeolojiye karşı idrak,
Yerleşikliğe karşı göçebelik,
Bürokrasiye karşı otonomi,
Ahlaka karşı etik,
Gerçekliğe karşı düş,
Karamsarlığa karşı neşe,
Doğmalara karşı Gnosis,
Ölüme karşı yaşam
ile silahlanmış mutant bir direniş sirki.


“En el hak” diyen sufilerin, simyacıların, delilerin, çocukların, liberterlerin ve her türden canlının açık karnaval hali.

Yıkım’ın ardından çakacak şafağı, yeni dünyaları müjdelemek için!


Hamiş:

“Sayılmayız parmak ile
Tükenmeyiz kırmak ile
Başkasından sormak ile
Kimse bilmez ahvalimiz”

Muhyiddin Abdal
*

Last Judgement

The study comprises 3 series of collages.

Serial 1: pathological reflections of cold war
“Lazarus is rising against, Confrontation with Anamorphosis, Face of Demirgue, The window of the fear”

Serial 2: Third World War Resistance Circus
“Brief History of Third World War”

Serial 3: Invisible details of cosmic war
“Moses is in Parallel Universe, the Eternal Spring in Pleroma, The Sign of the Fifth Sun, the Eternal Rose, the Tree of Obeidance, Castration”

Concept:
To destruct this existing old world, I imagine a Third World War that are conducted by Resistance Circus, not by governments, religions, armies, companies.

A mutant resistance circus armed with


uncanny against the wisdom
heterodoxy against the ortodoxy
intellect against the ideology
nomadism against the sedentation
autonomy against the bureaucracy
ethics against the morality
dream against the reality
cheer against the pessimism
Gnosis against dogmas.


Open carnival of Sufis who say “I am (a piece of) God”, alchemists, insanes, kids, libertarians and all kinds of creatures.

To herald new worlds, the down that will come after the Destruction


Footnote:

“We are not counted with fingers
We don’t die out by breaking
Noone knows our circumstances
By asking the other”

Muhyiddin Abdal

17 Haziran 2011 Cuma

Bay Perşembe-Etilen Sosyete mülakatı...

bay perşembe kimdir?
İzmir’de doğmuş bir göçebedir ve kendince bir yazı-düşleme makinesidir. Kurgusal dünyada çok güçlü, pratik hayatta dalgın ve şaşkındır genelde. Eylül’ü özlemekte, sık sık kendini Rafet Arslan olarak düşlemekte ve yalansız yaşamak istemektedir.

neden?
Çünkü yapçak bir şey yok, çünkü kafa hiç durmuyor, başka türlü olmuyor; busun ve bunu yapıyorsun. Sözcüklerle kavgam şiire, kolaja, öyküye, resme, nesneye, sese kaydı ve dönüşü olmayan bir kara-maddeye yazgılı. En azından kendi ile kavgalı bir barışıklık ve sonsuzlukla 1 olma özlemi.

düşlerlerde ne var?
Düşten çok kabus var bende genel , brutal, ağar..

ne yapmalı?
Maya takvimindeki 5. Güneşin işaretlerini takip etmeli, yeni kıvılcım haritaları yapmalı. İsyanı sevmeli ve ona alışmalıyız. Protestoculuk hepimizi küflendirdi.

ilham verenler?
5 “B” saplantısı var bende: Benjamin, Breton, Ballard,Baudrillard, Blanquie

ne okuyalım?
Açıklayıcı bilgiler el kitabı (Cortazar), Kara Bahar(Zürn), Siyah hatıralar denizi(Açar), Yakın geleceğin mitosları(Ballard), Buz(Kavan), Kızıl Ot (Vian) ve her daim Maldoror Şarkıları.

ne dinleyelim?
Döngüsel şeyler dinleniyor bende. King Crimson, Portishead, Amon Tobin, Patti Smith gibi gibi..

ne izleyelim?
Fernando Arrabal’dan ne bulunuyorsa.

bize ne sorarsın?
Sosyeteye ne zaman girebileceğim?
ya dışındasındadır sosyetenin / ya da içinde yer alacaksın / kendin içindeyken / kafan dışındaysa …

bu soruyu kendin sorup, kendin cevaplar mısın?
Başka bir hayatı geri alacağız-derken, nedir o başka hayat?
Bilmiyorum, hiç bilmediğim bir hayat.

7 Haziran 2011 Salı

karga suyu göz oyar



otomatic çizim by Bay Perşembe
Düşünkara fanzin, sayı 15'te yer almıştır.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Bay Perşembe: Kişisel Toplantı Notlarım

A
Bazı kitaplar vardır, onlar hiçbir zaman sadece bir kitap değillerdir. O kitapların sayfaları, başka bir zamanın kodlarını, selülozun ve matbaa mürekkebinin içinde saklarlar. Özel’dirler…

On’lar yazarları kadar okurunun da, ilk gençliğinden vardığı menzile okuduğu kitapları, içtiği votkaları, öptüğü-öpmediği ve öpmemeyi seçtiği kadınların hafıza kaydını tutarlar. Tıpkı, Kaan Çaydamlı’nın K.T.N. yapıtı gibi. Çünkü bu notlar “hüzün dediğimiz ağızda buruk bir tat bırakan o garip duygunun ta kendisidir.”

K
K.T.N; editörü Ş.E.’nin giriş metninde belirttiği gibi tefrika usulü, düzensiz parçalar halinde yayınlanmış bir yapıttır. Çarpışık tanışıklıkların, yağmurun, kedilerin, Karga’daki şömine ateşinin, lodosun ve Moda Çay Bahçesinde adisyon olarak tutulan çay tabaklarının hüznünü içinde taşıyan; yaşan kalıntıları/kazıntılarıdır. Kayıtsız bir ilgi ile hayatı yaşayan(ve gözleyen), başarmanın ‘o tuhaf’ şaşkınlığını, kaybetmenin bilinci ile kuşanan, buruk ve minör fragmanlar olarak.

“gözlerindeyse yaşlı bir ruhun aydınlığı vardı.” Her şey kaosa teslim, hüzün bile…

T
K.T.N; bizlere uzun hikâyeler anlatmaz, sadece anımsatmak ile yetinir. Çünkü öyle yaşanmış ve tercih edilmiştir. Bir iç ses, sessiz bir düşünme eylemi olarak, an’ın anımsattıklarına değinir ve geçer.
Eğer yolculuk kişiselse, kendine aksine dönmek, kendi hikâyesini yazmak okura ve onun yaşadığı an’ın sonsuzluk içindeki yerine kalmıştır. “Terbiye edilmiş bir nehir akmaktaydı… Neyse yürüdüm.”

N
“Bazen üşür insan.”
Doksanlı yıllarda 20’li yaşlarını yaşamış ama dibine kadar yaşamışlar bilirler; 6:45 kitaplarının ve K.T.N’nın taşıdığı gizli anlamları. Çaydamlı’nın yeri ayrıdır, çünkü o benim kişisel tarihimde kavşak noktası olmuş üç kitabın da yayıncısıdır; girişlerindeki K.T.N’ler ile birlikte.

1
“Her şey ters görünüyordu mavi bile.”
Annemi kaybetmiştim, hemen üstüne yeni bir yaşam, hoş geldin Eylül. İçimdeki kaosun tam da patlama anlarında, Konak’taki Kabile Kitapevinden almıştım; Albemuth Özgür Radyo romanını…
O gece soluksuz bitirdim, içimde büyüyen ve ne olduğunu bilmediğim bir doğumun ebesiydi; sadece.
O gece Albemuth Özgür Basın adlı mecmuaya soyunma kararı aldım. Her şeyin sadece kendisiyle var olduğu ve yok olduğu yerde.
2
Apar topar askere götürülmüşlerdi, ne olduğunu ben bile anlayamamıştım. Kanırta kanırta geçti 15 ay. Bir tek, askeri gazinoda Cocteau’nun Beyaz Kitap’ını okurken, üzerime dikilen tuhaf bakışlar kaldı üzerimde. Gerisi militarizm ve her askere alınanın bildiği gibi hiçbir üniformaya küfür yapışmaz.

Sonrası… Kamuflajdan yeni kurtulduğum günlerdi, içimde bir şeyler ölüyordu, zihnim yarılıyor, başkalaşıyordu her gün/gece. Alsancak Adası, çılgınlıkların sarhoşluklara karışması ve mutant doğum sancıları. Her şey haftanın 4. gününe mi kilitliydi, yoksa sadece beynimdeki bir hastalıktan mı ibaretti; hala bilmiyorum. Tek anımsadığım, sürekli elimin altındaki Cortazar’ın Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı ve onun hayati, tam da beş yerinde geçen Perşembe günüydü.

Sonrası; yağmurlu bir Perşembe gecesi Dantel Sokak’ta bir kadını boğmaya yeltendim(olmadı), üstüne bir öykü yazdım ve artık Perşembe delisine çıkmıştı çıplak adım.
Uzamayacak ve uzamaması gereken hikayeler adına.
3
O; Mayıs günü masadaki kitabımın yanına, bir kalem koydu K.
Moda Çay Bahçesinde 5 kişiydik, sadece anın tanığı…

Ç
Yıllar geçti, sanırım yaşlandık biraz. Her şey değişti mi, yoksa her şey aynı mı; bilmiyorum. İçimdeki sancıya takılıp kaldığım her an “bazen” diyorum.
“İnsan sadece en derin acısının yankısı olan birini sevebilir.”

Z
Sanırım, bir yayınevi ile büyümek sözü, tam da burada abartıya ya da süsüne kaçmaz; her 6:45 okurunun bildiği gibi. Gerisi K.T.N, gece ve mavi...
“Olsun, Rock’n Roll iyidir, her zaman.”

24 Mayıs 2011
(Moda Çay Bahçesi)

4 Haziran 2011 Cumartesi

devrim bu: sürreal diil fantastik gerçekçi şiir, Emine hanım!

dünyaya şişenin dibinden bakanlar var

ama devrim cam çerçeve kırmak diil

ucube yerine anıt kaşar

o kadın, kadın mı kzı mı

aksırıncaya tıkşırıncaya kadar

balçıklardan değil dağları delmekten bahsediyorum

durmak yok durmak yok

yola devam!

3 Haziran 2011 Cuma

19 Mayıs 2011 Perşembe

Yıkım 2011: Dergi Lansman Gecesi

Yıkım 2011 için “özel” hazırlanan dergi, 25 Mayıs-Çarşamba günü yapılacak lansman gecesiyle meraklıları ile buluşuyor. İndigo Lounch ile beraber sergi binasının kapı önünde yapılacak bu lansman etkinliği, aynı zamanda sürpriz performanslar da içeren bir sokak partisi olacak.


Yıkım 2011 proje koordinatörleri, Alper T. İnce’nin yayın yönetmenliğini, Rafet Arslan’ın ise editörlüğünü üstlendiği bu dergi, Türkçe-İngilizce çift dil hazırla...nan dergi, yurtiçi ve dışından bu “özel” dergi için üretilmiş çalışmaları kapsıyor. Güncel ve şiirsel, kuramsal ve görsel bütünlüğü yakalama iddiasındaki dergi, gönüllü çevirmenlerin katkısı ve Yıkım’ın kollektif enerjisi ile büyümüş bir otonom alandır.

Yaşadığımız çağın ruhu ve sürrealist geleneği birleştiren, çok dilli bir yayın. Kendini her hangi bir kavramla sınırlandırmayan; ülke içindeki tüm entelektüel var oluşlara olduğu kadar; küresel bağımsız sanat inisiyatiflere de seslenen-ulaşma derdi olan bir bağımsız yayın projesi. Din, milliyetçilik, aile, ahlak gibi değer yargıları ve onları üreten toplumun tahakkümü dışında, bilişsel-büyülü-ütopik arzularımızı ifade ettiğimiz bir özgürlük uzayı.

Yıkım 2011 binası ve önü, Akarsu sokak, Tom Tom mah, Beyoğlu

15 Mayıs 2011 Pazar

Destruction or entrance to the city’s memory atlas /Yıkım ya da Kentin Bellek Atlasına Giriş

Destruction or entrance to the city’s memory atlas

Rafet Arslan

Heart of the City

Istanbul is one of the capitals of chaos. One of the most heavily populated, lively, active and complex megalopolises in the world. Its memory stored with a history of several thousands of years, the ghosts of hundreds of civilizations, wars, immigrations and disasters etched in its collective conscious. Its real estate market skyrocketing, towering buildings built one after another, gigantic shopping malls looking like beamed up from Blade Runner, new bridges, highways belting around the city, never-ending construction works, build-demolish archeology. And Istiklal Street is the heart of this chaos.

The crime organizations on the rise, personal-social rights always imprisoned, police cameras on every street, armies of private security guards, police forces standing by around the clock in their Robocop outfits to suppress or intervene. The sound of the rage of the rebels who walk up and down Istiklal Street for their rights every day is mingled with the noise of the Shoppingfest advertisements calling us to shop 40 days and 40 nights. Istanbul as the capital of as much joy as pessimism, as much consumption as rebellion, as much show as the arts, and Istiklal Street as its one and only battlefield.

Track

30 days to Destruction and counting, I reluctantly find myself in the group of high school students who protest the YGS scandal on Istiklal Street. I can see as much rage as hope, as much anger as desire in their faces; not contending with being just a spectator, I fall in step with them briefly, they look at me with a smile in their eyes. With a black flag in the middle of this rally and with the seagulls crying loud forever overhead…

Screen of the city

There are some places bearing special meanings for both the psycho-geography of the city and the hearts of individuals. What make such places important are, without doubt, the desires and experiences left over from the moments. A movie theater for example, which acted as the host for a film you would never forget, a significant meeting or friendship, or some love at first sight.

Emek Film Theater is closed for the last two years. And some people want to demolish this apple of Istiklal Street’s eye for the last two years, only to be resisted by the libertarian forces of the city shouting “We’ll never let them demolish it”. 25 days to Destruction and counting, Emek will raise its curtain again for a one-off soiree to screen Ecumenopolis, a film disclosing the darkness of the gangsterism called urban transformation. As a reaction to those who attempt to turn this city into a huge store window.

Track

Destruction 2011 is part of the dreaming of a unity for freedom of conscience, debate and action, of a counter-culture front. A call to be conscious of, to talk about, and to debate what were destructed, what will be destructed, what must not be destructed. The painting entitled Emek, created by Fulya Çetin for Destruction 2011, is an aesthetical point of resistance added into this memory. Aiming not to forget what should we destroy, etching it in our memory.

Noises of the city

This city needs to be listened to; listening how the voices turn from a hum into a noise from Tünel to Taksim Square. Listening to the heartbeats of this city without paying attention to the alienation imposed by the crowd, the temptation of the advertisements, the brightness of the store windows. Such experience can make us pass from Müslüm Gürses’s broken voice to the rebelling attitude of rap music, from punk music’s anger to electronic music’s unleashing with vengeance, and enable us to draw the cognitive map of this city using its sounds.

Track

To be able to see the wall arts right by the side of museums unveiled by banks day after day, to accompany chaos like a street performer, to discover our own subjectivity within this suffocating whole.

Pages of the city

They used to seize, and even burn, books in the past. Now we are living in a dark process where even the writers of some books not published yet are arrested, where some publishing houses are raided. Neither 1984 nor Fahrenheit 451 can describe this despotism anymore. We try to find our way in the reality terror of a blind society, in this darkness, to send fireflies into this void, and we hold on to the books.

Istiklal Bookstore, where we took shelter in the warmness of its books to save us from the bedlam of Istiklal Street for years, has closed down. Those beautiful book shelves will be replaced with the dirty brightness of a shop now. A shopping mall covering a footprint area of 50,000 square meters has already been erected right across the street from that bookstore. That mall is now a big tumor in the middle of the heart of this city.

Track

The story of the Babylon Library as told by Borges summarizes the Gnosis way heading to eternity through the pages of thousands of books. 23 days to Destruction and counting, I close my eyes passing the now-closed Istiklal Bookstore, and can smell that beautiful odor of the books. A small flood of light in the middle of this immense darkness.

Destruction of the city

Walter Benjamin said “Building is to image destruction”. We, those who contribute to the Destruction 2011 project, keep an archeological record of what will be destructed and avoided in the midst of all this chaos. We not only organize an exhibition, but we also etch this city in collective memory through ideas, production, friendship, solidarity and debates, and dream of a new city. We destruct to rebuild, we create to destruct. We don’t expect any sudden and fundamental change, we just let a dream grow to lumber within the hair of time, to find its way by means of whistles in the dark.

We know we are just visitors in this dilapidated world, we know there were once flowing river, time-honored trees and unknown animals here. Pirates used to call at the coasts of this city. Alchemists from Byzantium had searched the secret of the philosopher’s stone; dervishes had searched the mystery of void; books had been written along the bridges; Hazerfan had donned artificial wings to fly up to the sky; Neyzen Tevfik had blown the eternity’s song to the streets of this city.

Now the city of Istanbul shines a light to Destruction through its aged but plain beauty and magnificence, its vast memory of the ages. At the mutant dawn of new dreams to grow.

Track

Ece Ayhan, the great libertarian poet, said there are two capitals in the surrealists’ atlas: Paris and Istanbul. So let’s go back to the question we asked at the exhibition entitled This is not a situationist exhibition three years ago: How can a low rise, indigo-painted city can be built, folks?

*

Yıkım ya da Kentin Bellek Atlasına Giriş

Rafet Arslan

Şehrin Kalbi

İstanbul kaosun başkentlerinden biridir. Dünyanın en kalabalık, hareketli, etkin ve karmaşık megapol’lerinden biri. Binlerce yıllık tarih, yüzlerce uygarlığın hayaletleri, savaşların, göçlerin, felaketlerin kolektif bilinçdışına işlenmiş hafızasıyla. Tavana vurmuş emlak borsası, ard arda dikilen kuleleri, Blade Runner’dan ışınlamış devasa alış veriş merkezleri, yeni köprüler, şehri kuşatan otoyollar, bitmez inşaat, yapım-yıkım arkeolojisi. İstiklal caddesi ise kaosun kalbi.

Yükselen suç sendikaları, sürekli hapsedilen kişisel-sosyal haklar, mobese kameraları, özel güvenlik orduları, robocop kostümleri ile her an bastırmaya-müdahaleye hazır bekleyen emniyet kıtaları. Her gün hakları için İstiklal caddesini arşınlayan isyanların öfkesinin sesi, 40 ün 40 gece alış veriş-diyen shoppingfest’in reklam gürültüsüne karışıyor. Neşenin olduğu kadar karamsarlığın, tüketimin olduğu kadar isyanın, gösterinin olduğu kadar da sanatın başkenti İstanbul ve onun biricik savaş alanı İstiklal caddesi.

İz

Yıkım’a 30 gün kala, İstiklal kalabalığının içinde YGS protestosundaki lise’lilerin arasına karışıyorum ister istemez. Yüzlerinde öfke kadar umudu, kızgınlık kadar arzuyu görebiliyorum; izleyici olmaktan çıkıp kısa bir süre aralarına karışıyorum; bana gülümser gözlerle bakıyorlar. Kortejin ortasında bir kara bayrak ve tepemizde sonsuzluğa haykıran martı çığlıkları arasında…

Şehrin Ekranı

Bazı mekanlar vardır, şehrin psiko-coğrafyasında olduğu kadar, tek tek kişilerin kalbinde özel anlamlar taşır. Kuşkusuz an’lardan arta kalan arzular ve deneyimdir, bu mekanları önemli kılan. Mesela bir sinemadır, asla unutamayacağınız bir filme, önemli tanışıklığa-dostluğa ya da ilk görüşte aşka ev sahipliği yapmıştır.

Emek Sineması iki yıldır kapalı. Tam iki yıldır İstiklal Caddesinin bu göz bebeğini yıkmak istiyorlar, şehrin özgürlükçü güçleri direniyor, “yıktırmayacağız” diyor. Yıkım’a 25 gün kala Emek Sineması kentsel dönüşüm haydutluğunun karanlığını ifşa eden Ekümenopolis filminin gösterimi için bir seanslığına perdelerini tekrar açacak. Kenti koca bir vitrine çevirmeye çalışanlara inat.

İz
Yıkım 2011, özgür düşünceye-tartışmaya-eylemeye yönelik birliğin, bir karşıt-kültür cephesinin oluşması düşünün parçası. Neyin yıkıldığını, neyin yıkılacağını, neyin yıktırılmaması gerektiğini bilince taşıyan, konuşturan, tartıştıran bir çağrı. Fulya Çetin’in Yıkım 2011 için yaptığı Emek adlı resmi de, bu hafızaya eklenen estetik bir direnç noktası. Aslında neyi yıkmamız gerektiğini unutmamak, hafızamıza kazımak için…


Şehrin Gürültüleri

Şehri dinlemek gerek; Tünel’den Taksim Meydanı’na sesin bir uğultudan gürültüye dönüşmesini. Kalabalığın yabancılaştırması, reklamların ayartıcılığı, vitrinlerin parlaklığına takılmadan, sadece dinlemek kentin kalp atışlarını. Böylesi bir deneyim ile Müslüm Gürses’in kırık sesinden rap’in isyankar diline, punk’ın öfkesinden elektroniğin zincirlerinden boşalmasına geçebilir, şehrin bilişsel haritasını sesler üzerinden çıkarabiliriz.

İz

Ard arda açılan banka müzelerin yanındaki duvarlardaki sanatı görebilmek, sokak çalgıcılarının dilinden kaosa eşlik edebilmek, boğucu bütün içinde kendi öznelliğimizi keşfedebilmek için.

Borges’in Babil Kitaplığı öyküsü binlerce kitabın sayfaları arasından sonsuzluğa giden Gnosis’in yolunu özetler bizlere. Yıkım’a 23 gün kala kapanan İstiklal Kitapevinin önünden geçerken gözlerimi kapatıyorum, kitapların o güzel kokusu geliyor burnuma. Tüm bu karanlığın ortasında küçük bir ışık seli.

Şehrin Yıkımı
Kurmak yıkım tahayyülüdür- demişti, Walter Benjamin. Aslında bizler, Yıkım 2011 projesine emek verenler, tüm bu kaosun ortasında yıkılacak ve sakınılacak şeylerin de arkeolojisini tutuyoruz. Sadece bir sergi yapmıyoruz; fikirle, üretimle, dostlukla, dayanışmayla, tartışmayla şehrin belleğiniz kazıyor ve yeni bir şehrin de tahayyülünü yapıyoruz. Kurmak için yıkıyor, yıkmak için var ediyoruz. Aniden, bir anda, kökten değişikler ummuyoruz; zamanın saçları içinde ağır aksak ilerleyecek, karanlıkta yolunu fısıltılar ile bulacak bir düşü büyütüyoruz.

Biliyoruz biz bu köhne dünyada birer konuğuz, biliyoruz bizden önce buralarda çağıldayan nehirler, kadim ağaçlar, hiç bilmediğimiz hayvanlar vardı. Korsanlar uğramıştı kentin açıklarına, Bizanslı simyacılar taşın sırrını, dervişler boşluğun gizini aramışlardı, kitaplar yazılmıştı köprüler boyu, Hezarefen kanatlanmıştı göğe, Neyzen Teyfik usulca üflemişti sonsuzluğun ezgisini kentin sokaklarına… Şimdi, yaşlı ama duru güzelliği ve tüm görkemiyle şehr-i İstanbu,l zamanın olanca belleğiyle Yıkım’a ışık tutuyor. Büyütülecek yeni düşlerin mutant şafağında.

İz

Gerçeküstücülerin atlasında iki başkent vardır- diye aktarır büyük liberter şair Ece Ayhan: Paris ve İstanbul. O zaman 3 yıl önce “bu 1 Situasyonist sergi değildir” sergisinde sorduğumuz soruya geri dönelim. Düzayak, çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?

http://destruction2011.com/

30 Nisan 2011 Cumartesi

Kuşlar Kafes Tanımaz

1

En güzelimiz aştı ilk geceyi

Parçalarcasına sevişmelerin soluğunda

Süpernova patlamaları

Korsan haritaları

Yıkım’ın şafağında.



2

Kanadı kanasa da aşkın

Elbet süzülecek sonsuz bahar

Gaibin sırrını aramaya çıktı cancağızım

Yol uzun menzil ağar.



3

Bak kışları gönderdim.



4

Merakta kalmayın siz güzel kuşlar

Taşın sırrını aramaya gitti Yaprak

Geri dönecek,

Deliliğin dağlarından.



5

Öfke şimdi yitimsiz bir çağlayandır

Çakar her şafakta süzülen kuş sürülerinin alacasında

Artık toplumun suratının ortasına sıkmak için

Artı 1 sebebimiz var.



And olsun!

Şart olsun!



rafetarslan

nisan 2011(1 mayıs)

16 Nisan 2011 Cumartesi

Kitapları Yakmanıza Gerek Yok, Çünkü Kimse Okumuyor!

Belki de şöyle başlamalıyım sesli konuşmaya, sistemin hafızaları silmesine gerek yok, kimse düşünmüyor; hatırlamıyor. Ölülerin ardından hep ‘unutmayacağız’ diye haykırılan bu çöl ülkesinde. Ancak bir düşünce çölünde hep ‘unutmayacağız’ diye kendi kendimiz manipüle edilir. Bir avuç insanın ‘unutmayacağız’ amentülerinden fışkıran hüzün, bozuyor dengemi; yön duygum birden yitiyor.

Saklı
İlk gençliğim, 80’li yılların sonu, 141-142’den yargılanmanın ‘o’ tuhaf ağırlığı. Sanki yüzyıllardır süren bir düşünce bende vukuu bulmuşta, açılıyor önümüzde kapılar kitli. Oysa şimdi, sokakta Komünist dergisi satan onlarca genç görüyorum, o dergilerin o düşünce ile bağı yitmiş olduklarını biliyorum, insanların ilgisizliğini ve kesinlikle sansüre gerek yok. Hatırlıyorum, canım sıkılıyor.

Kalıntı
Günler geçmiyor ki, sokakta cadde de ‘beni tanıyan’ insanlar benle selamlaşmasın, konuşmaya kalkmasın. Ben korkuyorum sık sık, çok az insanı hatırlıyorum, inanın. Ne ses ne de yüz bende hiçbir çağrışım yapmıyor bazen; oysa karşımdaki benim hakkımda çok şey biliyor, sorular soruyor, bende hiçbir sinyal çakmıyor, hiçbir ışık yanmıyor. Korkunç, hatırlamıyorum, kırmadan çaktırmadan kaçıyorum o insanlardan. Alkol beyin hücrelerimi öldürmüştür diye, kendi kendimi avutuyorum.

Artık
Post-modern kent dev bir kargaşa; arı kovanı. Okul taksiti, kredi kart extresi, köprü trafiği, uçak bileti, bir mesaj at ezan sesi cebine, süper ligde büyük gelişme, meclisten şok haberler, flaş flaş: seksi yıldız burnunu aldırdı.

Sürekli koşuşturuluyor, acele ediliyor güne, saklanıyor herkes kendi’nden; kaçıyor benliğinden.


Dikkat! Dikkat! Açıklıyorum, hepimiz birer kara deliğimiz; kendi hiçliğimize evrilen.

Kalan
Bazen bir P.K. Dick romanında yaşıyormuş hissine kapılıyorum. Diyorum ki tüm bu ekranlar, reklamlar, fiber optik ağlar unutmamız için. Serbest seçim sistemi, Tüik anketleri, nüfus sayımları, demografi tabloları, muhtarlık büroları, polis kayıtları unutmamız için; ürküyorum. Dev bir makinenin esiri görüyorum ruhumu, oysa uçmak ister bir akşam alacasında Moda Burnu’ndan göğe doğru…


İşte bu yüzden düşünüyorum sık sık neden hala yazdığımızı, hala neden çabaladığımızı. Bizi 20. yüzyıl boyunca ‘demirperde’nin sansürleri, Gulag umacıları ile korkuttular. İşte o zamanlarda Amerika da Ursula K. Le Guin diye bir kadın, piyasanın doğal sansürünün en az Gulag kadar tehlikeli olduğunu yazıyordu. İnsanın bir tüketim makinesine döndüğü bir dünyada Büyük Biraderlere gerek yok. Herkes kendi kendinin Stalin’i…

Kronos
Zaman hepimize düşman; bizim değil amnezinin yoldaşı olan. Bedenlerimizi, zihnimizi, anılarımızı, bozgunlarımızı, yaşamdan aldığımız tüm acı dersleri toplayıp uzayın boşluğuna fırlatan.

Ey Kronos, asla affetmeyeceğim seni…

İz
Var oluş karşısındaki çaresizliğimizden tüm yaptıklarımız; topu topu bir avuç insan. Yazıyoruz, şarkılar besteliyoruz, resimler çiziyoruz; hep bir iz bırakma kaygısı. Yaşamanın kendisinin sanat olmadığı bir barbarlık çağında, zihinsel-estetik yapılar kurmaya çabalıyoruz. Her şey ışık hızında gelişiyor, her şey anında yok oluyor, sanki parlayıp sönüveriyor.

Ve korkunç bir ironi, uzay boşluğunda çınlayan Beatles şarkıları…

Yitik
Döngüsel takıntılarda belki de melankoli gibi bir hastalık. Dönüp dönüp aynı kitapları okumak; aynı melodilerde, karelerde takılı kalmak. Süreli devam eden bir hafıza tazeleme ayrıntısı.

Paul Auster/ Cam Kent… Birkaç yılda bir tekrar okurum. Bu dünyadaki sürgünlüğümüzden, şehrin lâbirentlerinden, zamanının hırsızlığından öte bir yazarın yalnızlığını alıp yüzümüze vurduğu için.

Tren istasyonunda bir kadın amatör dedektif yazarımızın kitabını okumaktadır. Yazar, kadınla sohbete başlar, kitap üzerine sorar-sıkkın da olsa kadın yanıtlar. Soruların ardı gelmeyince en sonunda şöyle der kadın(hafızamda kaldığınca):

Altı üstü bir kitap, vakit geçirmeme yarıyor, neden bu kadar büyütüyorsunuz?


Gölge
…çelişik bir şey hem var hem yok; hem yansıttığı hem de bir başkası. Ayna değil misal ya da kaydı yansıtan ekran. Gölge var olurken silinen bir bilmece belki de; mesela kitaplar birer gölge…


Yaşamak için acele etmek lazım demişti hala yaşayan kütüphane adam Ray Bradbury. 20. asrın ortasında itfaiyecilerin görevlerinin kitap yakmak olduğu bir kara gelecek düşlemişti; olmasını engelleme vuslatıyla.

Fahrenheit 451 romanın kahramanı itfaiyeci Montag kitaplar ile uyanır etrafını çevreleyen kabustan ve kaçar kırlara gizlenen asilerin yanına. Fakat asilerin ütopyası da oldukça ikirciklidir, çünkü onlar kitap-insanlardır; hepsi birer kitaptır. Bu yol ile insan uygarlığının önemli değerlerini yani ezberleyerek geleceğe taşıyacaklardır.


Ey akıl, hep oyunlar oynuyorsun bana, siliniyor ne yazık gölgeler zamanın uçsuz dehlizlerinde.

Kayıt

Sözlü hafızanın uçuculuğundan tüm bu yazılı kayıtlarımız. Hala yazıyoruz, kimsenin okumayacağını bile bile...

11 Mayıs 2010- Yel değirmeni

Bay Perşembe

Yıkım 2011/Destruction 2011



Yıkım/Destruction 2011 is a completely independent exhibiton fused by the discussions in SET on such issues as the ecological destruction, coming of the fifth sun in the Mayan calender, the future of global capitalist hegemonia, the Third World War and prophecies of Babylon. Destruction 2011 sets off with a call for the event arised from this process of discussion by the Turkey’s first collective avant-gard...e initiative, S.E.T. The exhibition consists of works by 60 artists from abroad and Turkey. In accordance with the concept of the exhibition, most of these works are produced for the event or are to be exhibited for the first time. Destruction 2011 is a campaign organized horizontally through nightly performances, discussions on the concept of exhibitions, blogs, forums and film screening.


Yıkım/Destruction 2011, 2010 yaz aylarında ülkenin ilk kolektif-avangard inisiyatifi Sürrealist Eylem Türkiye içinde ekolojik yıkım, Maya takvimindeki 5. güneşin gelişi, küresel kapitalist hegemonyanın geleceği, 3. Dünya Savaşı, Babil kehanetleri üzerine başlayan tartışma ve bu süreçten çıkan çağrı metni ile yola çıkmış, tamamen bağımsız bir sergidir. Serginin konsepti doğrultusunda, yurtiçi ve dışından yaklaşık 60 sanatçının, çoğunluğu direkt sergi için üretilmiş ya da ülkede ilk sergilenecek yapıtlarından oluşmaktadır. Performans geceleri, tartışma metinleri, blog, forumlar, film gösterimleri ile beslenen bir kampanya olarak yatay bir biçimde örgütlenmektedir.

Sergi künyesi/Exhibition Description

Sergi adı/Exhibition Name: Yıkım 2011/Destruction 2011
Sergi tarihi/exhibition date: 12 Mayıs/27 Mayıs 2011
Koordinatörler/Coordinators: Alper T. İnce& Rafet Arslan
Açılış/Opening: 12 Mayıs saat: 18:30/ 12 May 6,5pm
After Party: saat:22:00/10pm, Peyote

www.destruction2011.com


Yan Etkinlikler/Supplementary Activities:
-Gösterim/Film-Video Screening: Yıkım Kadrajları-Destruction Frames/Yeşilçam Sineması (14 Mayıs 2011)
-Forum: Uluslararası Yaşayan Gerçeküstücülük Paneli – International Panel on Living Surrealism/ Depo (14 Mayıs 2011)
-Forum:Yıkım Tartışılıyor- Destruction is being discussed- Fırat Arapoğlu, Emre Zeytinoğlu, Murat Germen, Burçak Konukman, Rafet Arslan /Depo (21 Mayıs 2011)
perfomances, street actions…


Katılımcılar/Contributors

Ali Mete Sancaktaroğlu
Alt Komşu
Athens Sürrealist Group
Basako
Bora Şimşek
Bounty Kill Art Group
Burçak Konukman
Bülent Demirağ
Carlos Martins
Carmen Sober
Ceren Fındık
Eric Bragg
Erman Akçay
Fulya Çetin
Gaye Su Akyol
Grupo Surrealista del rio de la Plata
Hakan Gürsoytrak
Hakan Orman
Horasan
Hüseyin Uğur
İrfan Önürmen
Marina Grzinic& Aina Smid
Martin Sastre
Mert Ülkümen
Merve Morkoç
Murat Germen
Rad
Oy Dağlar
Özgür Çimen
Şakir Özüdoğru
Sarah Maple
Sedat Türkantoz
Serra Behar
SLAG
Stockholm Sürrealist Group
Sürrealist Eylem Türkiye (OnstOn, cins, Alper T. İnce, Rafet Arslan, Yaprak Gözeker, zozan gemilerördü, Fantom)
Tayfun Serttaş
Tolga Tüzün
Volkan Kaplan& A.Erdem Şentürk
Wide
Yeşim Şahin

Katalog Yazarları/catalogue writers:
Emre Zeytinoğlu
Fırat Arapoğlu
Rafet Arslan
Mattias Forshage

15 Nisan 2011 Cuma

lanet... lanet... lanet...

diye başladım yeni güne, saat sabahın 5'i ve kendi yok oluşumu planlıyorum. yavaş yavaş olmasın istiyorum tek, acı hesapsızsa yek.
her şeyin güne battığı anda yanan ve sönen binlerce yıldızı alıp, kendi kor kefenine sarıp yit-mek.
az kaldı...

14 Nisan 2011 Perşembe

kedikumu için felsefe



sevdiğim arkadaşım geldi, rakı açtık; sonra sanal uzam, boşluğa ait silüet sesleri... hani hayaletler duyabilir, güneşten sekebilir ya gölge... öyle..

sonra rakı, sonra gök adaları kaplayan sessizlik, sonra hiç, sonra, sonra, kara...

günler tuzak bize sık sık, ama neşe tık tık'lıyor kapısını gaip cennetin ve biz bilinmeziz, görünmez denizi tin'in... çalıp kaçacaksan zili, bir şarkı bırak en açık ufukta ve usulca yit sonsuz ve sonsuz boşlukta. gaip.

iletişimsizliğin atlasları boyu, her insanın kendi, kendi, çıplak sureti.

ve sonra,

manyetik alanların yasak olduğu bir haritadan ESP sinyalleri gönderdim göğe, sen de ki kıta Afrika ben diyeyim ki, çift dilli bir Avrupa; kime ne? nasıl olsa kopuktu telleri telgarfların, nasıl olsa duymadı fısıltını erik ağaçları, nasıl olsa kördü histerik her özne, kendi kıyametine, ne ne ne?

ama bir anlamı vardı, sokak köpekli hecelerden akan gecelerde yalan her oyunun, kendince. içuzay-dedik uzun deliliğimize. sonra, sustuk.

"the people you've been before that you don't want around anymore

that push and shove and won't bend to your will

I'll keep them still"

21 Mart 2011 Pazartesi

Uçma/Kışkırtma

"YERLİ" sanat mülakatı



- “yerli” sanat denilince ne anlıyoruz?
Yerli kavramı, kelimeyi doğrudan alırsak kendi içinde sorunlu ama metaforik ya da ironik yamuk bakışlarla da verimli bir kavram olarak okunabilir.

Bizde genel olarak her alana dair bir gelenekçi, milli okuma tezahürü hep ola gelmiştir. Zaman içinde sağdaki muhafazakarlık ile, kendine sol diyen ulusalcılık bu noktada ortak payda da sık sık buluşmuşlardır. Bu noktada tüm avangard arayışlar, refleksler kendini yerel ile sınırlamayan, küreye seslenen bir söylem tutturmaya sevk etmişlerdir.
Postmodern kırılmanın ardından belirginleşen küresel Pazar olgusu, sanat alanında da kendini göstermiştir. Bunun sonucu eskinin satış grafiği iyi plastik sanat üreticileri, yeni dalgaya ayak uyduramamış, ulusalcı bir refleks geliştirmiştir. Bunun karşısında video-enstalasyon gibi araçları kullanan küresel sanat piyasası içinde bir ‘güncel sanat’ dünyası oluşmuştur.
Kuşkusuz bu meselenin sadece bir yönüdür, çünkü cyberpunk romanlarda karşımıza çıktığı şekliyle ulus-ötesi bir dünya halen hayata geçmiş değildir ve kürselleşme kendi içinde birçok yerelleşmeyi besleyerek ilerlemektedir. Sonuçta şu gün üretilen sanatın varlık zemini hala bu topraklardır ve bu manada ‘yerli’ bir sanattan bahsedebiliriz, hala.


- Son 10 yılda Türkiye’de sanat üretiminde genel eğilimlerinden söz edilebilir mi?

Müze-akademi, piyasa galerisi, küratör merkezli sanat üretiminin iflasından bahsetmek gereklidir. Güncel sanatçının şiire, sinemacının resme bu kadar ilgisiz olduğu başka bir dönem yaşanmamıştır. Disiplinler arsı sözcüğü bir çeşit kara mizaha dönüştürülmüştür. Eleştiri-eleştirmen yokluğu, merkez dışı olası eleştirinin sükût suikastlarına kurban edilişi ev ortada gerçek tartışmaların olmaması. Çünkü ortam da bağlamın olmaması en büyük sorundur.
Herkes çevre kendi güç alanını oluşturmakta, dün muhalefet gözüken güce ulaşınca tiran kesilmekte, kendi takımına dışardan oyuncu sokmamaktadır. İletişime kapalı, kolektiviteyi çoktan kapı dışarı atmış, güç merkezleri arasında gerçekten bağımsız sanat uğraşı yaşam kavgası vermektedir.

- “yerli” kültür endüstrisinin kısa bir değerlendirmesi

Galerilerin sanatçılar üzerindeki boyunduruğunun pervasız bir düzeye çıkışından bahsedebiliriz. Her şeyi piyasanın belirlediği travmatik bir dönem yaşıyoruz. Alttan yükselen basıncı iyi gözlemlemek gerek.

- Batı’nın “yerli” sanatçıları algılayışındaki değişimler

Batı açısından son 20-25 yıldır eskinin tabiriyle 3. dünya ülkelerine ve onlardaki sanat pratiğine yoğun bir ilgiden bahsedebiliriz ve bu manada yerli kavramında evrimden. Çünkü gelişmiş metropollerin kültür endüstrileri bu sanatçıları ülkelerinden ithal edip, kendi sanat piyasası içinde ‘yerli’leştirmişlerdir. Bu ilgi borsa trendlerine benzer bir şekilde sürekli yeni alanlar-yıldızlar keşfetmeye soyunmuştur. Sovyet Bloğunun çözülüşü ardından Balkanlar, ardından Uzak Doğu ve bu sıra OrtaDoğu’lu sanatçılar gündeme alınır olmuştur. Ama her şeye rağmen halen Batı’da gündelik hayatın eleştirisini merkeze alan, sanat ile hayat arasındaki köprüleri kırmaya çalışan ‘yerli’ avangard güçler mevcuttur.

-Türkiye’de hem sanatçı hem de tecrübe edici kitlenin popülerlik anlayışını nasıl buluyorsunuz?

Popülerlik görünürlülük, medyatiklik ve satış şeytan üçgeni içinde devam etmektedir. 18-19 yaşlarında gençler yıldız sanatçı olarak bir anda gündeme getirilmekte, tüketilmekte ve posası çıkınca ad unutulmaya ter edilmektedir. Sanırım bu çember artık iflas etmiştir, önümüzdeki yıllar instiyatiflerin gelişeceği, gerçek anlamda minör sanatın belirleyici olacağı, yeni bir dalga yükselecektir.

Karga Mecmua, Mart 2011

16 Mart 2011 Çarşamba

Röntgencinin Cesedi Kıpırdıyor!

Aslında sanat hep dikizci ola gelmiştir; Baudelaire’in flaneur kavramından yola çıkarsak, sanatçı büyük şehrin lagunlarında gezen ve şehrin simge ormanlarında röntgencilik yapan bir nevi imge avcısıdır. Ama avangard’ın röntgenci gözü basit bir izleyici değildir, dikizlediğini sanata dönüştüren, sorular soran, total bir dönüşümü, değişimi kışkırtan mahiyettedir.

Geç kapitalizm; avangard’a ait kavram ve değerleri alıp, kendi tüketim ideolojisine, sergilediği gösteriye çevirmede ustalaşmıştır. Flaneur’ün röntgenci gözündeki enerjiyi kendine mal eden gösteri, kitlelerin bilinçaltına seslenen reklâmlar ve kültür endüstrisi vasıtasıyla röntgenciliği kitleleştirmiştir. Özellikle son 30 yılda bu röntgenci haz kelimenin Lacancı anlamıyla bir artı-keyfe dönüştürülmüş, Körfez Savaşları, Balkanlardaki milliyetçi savaşların medyadaki sunumuyla pornografi toplumu aşamasından, snuff film toplumu modeline geçmiştir. Artık herkes röntgenci, çocuklar bile ellerindeki dijital kameralarla röntgenci rolünü oynayarak büyümeye alışmışlardır. Koyu ahlaki değerleri kuşanmış gözüken toplum, gün ışığına yansımayan gündeliğin hayatın bodrumlarında röntgenci gözün sefil bir simülasyonunu kitlesel olarak yeniden-yeniden üretmiş, artık yabancılaşma gibi kavramlar bile yaşanan sefaleti dile getirmekte yetersiz kalmıştır.

Baudelaire’in, Benjamin’in, Gerçeküstücü devrimcilerin yadırgatıcı, şok edici, gündeliğe müdahaleci röntgenci gözünden, gösteri sapıklığının gözüne düşüşte, kaybedilen ise tin’dir. 21. yüz yılın sanat eylemcilerine –daha doğrusu- eylem sanatçılarına düşen ödev, esir alınmış tüm imgeleri-eylemleri sistemin elinden geri almak, baştan çıkarmanın devrimci enerjisinin hayaletlerini geri çağırmaktır.

bay persembe

ps: bu metin Yeni Harman dergisi Mart sayısında yayınlanmıştır.

7 Mart 2011 Pazartesi

Büyük İnsanlık Döngüsü-THİV sergi işi metni

Nazi'lerin Katya köyü katlimanından 12 Eylül zulmüne, ilk insanın ateş yakma uğraşından özgürlük anıtına paralel bir insanlık döngüsü düşünebilinir mi?
Tüm devletlerin, iktidarların zulümü bir politik araç olarak, tarih boyunca sürekli kullandığını da unutmadan, insan dediğimiz şeyin karakutusunu açmaya soyunabilir miyiz?
Sistem deyip her şeyi bu yamalı bohçanın içine tıkıştırmadan, uygarlık dediğimiz şeyin vahşetiyle yüzleşmek mümkün müdür? Hümanizm, ilerleme, demokrasi gibi kavramların konformizmin kapılmadan, cehennem tek bir ruh kalmamacasına bir mücadele edebilmek için.
Geçmiş önümüzde bir zulüm ve yıkıntı arkeolojisi olarak dikelirken 21. yüzyıl yeni kavramlar bulmak, yeni bir billinç geliştirmek, geçmiş ile hesaplaşmak zorundadır. Karanlık tarihinden koparıp "yeni bir insanı" yaratabilmek, yeni bir evrimi tetiklemek, bilişsel bir devrime kıvılcımlar çakmak, saflığa ve ruhsal var oluşlara dönebilmek... Tek bir kuştan ya da ağaçtan üstün olmadığımızı, aslında onlara da ait bir gezegenin konuğu da olduğumuzu da unutmadan.
Sürrealist Devrim dergisi 'yeni bir insan hakları beyannamesine ihtiyaç var" şiarıyla yola çıkmıştı. Şimdi bu ödev 21. yüzyıl insanının omuzlarındadır, yeniden çocukluğa, deliliğe, şiir ve aşka dönebilmemiz; sonsuzluk ile bütünleşebilmemiz için.

Rafet Arslan
Ocak 2011/İstanbul

ps: ateşin düştüğü yer- sergisinin açılışı 9 Mart'ta Depo da...

24 Şubat 2011 Perşembe

Jean Benoit'in vasiyeti...





galaktik savaşının, milis güçleir için yeni zırhsal tasarımlar, insan yalanını yıkmak, silmek için!

20 Şubat 2011 Pazar

sabah baskısı


zamanın kaçış çizgileri
zamanın kaçış çizgileri
kaçış çizgileri
çizgileri kaçış
kaçış!
yeni bir dünya ya da hiç olmamaya- dedi.
bilinmedik bir bitkiden galaktik organik tarım ve kişisel tarihlere, uzun bir iç yolculuk.
melankolik neşeler geçmişe dair inceliklere usulca su verirken, uzun parmaklı kadının dudak kenarında yeni bir sabah batıyordu.
az sonra terör başlayacaktı, ufka baktım, bilemedim...

14 Şubat 2011 Pazartesi

Dali/Sade








Karaktersiz, dahi, düşçü Dali'nin gece rüyalarında patlayan kırbaç sesleri...
Sade markisi kötülüğün ahlakçısıdır...

bazı şeyleri yanlış anlamak için, kötü niyet her zaman yeterlidir Aleko


dili tutulmuş bir zaman mı ki bu? neden uğulduyor beynimizde bu sonsuz sek sek?

vakit geldi, artık gerekli kadar kötülük yapabiliriz kuş tüyünden uzak geçmişlere.

ete takılıp kalmayalım, zaman makinesi tam da orada..

9 Şubat 2011 Çarşamba

Prova- 01


D maddesi için yeşil reçete-belki de…

Uzun ara yürüdüm kıtalar, gökadalar boyu, yanlış.
Nefessiz bir kaç panayır vardı az ötelerde, bense sahte kimliğimden mahrur, deniz altı, deniz aşırı bir yaşamın tatbikatı.

Trapezci kızlar orada hiç yoktu, olanlar ise kendinden gaipti, her geceye…
Söyleyeceği söyledim ki son söz arsızca hakkımdır, 3. sandalyedeki hayaletin hakkı olarak
Gitti, gider, olmanın hesabından kaçan.
Zehri atıp kaçan, hiç olmayan…

-karşımda bir tane nesne oturuyor şimdi- dedi, oysa ben aynı şarkıyı 19 keredir dinliyordum, gece fazlaca kaçmıştı kahıra, sözcük çok, söylenecek cümle azdı sığınağa. Kaçırılmış anların görünmez iplikleri dolanmış, sıkar ha sıkar boynumuza.
Ve susuldu…

3 Şubat 2011 Perşembe

Ve Celladıma, 3 Demet Ökse Otu ile Koşarak Gittim!

9,70 ile bir eve dönüyorum

bir köşe boğaz gözüme diziliyor

Ve hunharca Turgut’un önünden geçiyorum



bazı sanrılar beni küçük bir kavmin lideri sanıyor

oysa masa yüklü, kalabalık, çok içilmiş besbelli

kimse kimsenin hesabını çekmeyecek

aslında kimse kimseyi çekemeyecek

hayatı olan varlıklar ve bir takım artık yokluklar

arasında uzun, kısa, köprülü bir koşu bu

köpeğinin kuyruğuna pantolonumun paçası ile değdiğim için

şüpheyle bakıyor ama gecikmiş bir kadın

kanı çekilmiş nefesinde gerektiğinde söylenmek üzere saklı birkaç tehdit

oysa istifa dilekçemi sundum ben en antetli kağıtlarla hayata

anlam yüklediğin her nesne dönüyorsa, seni tam da alnının orta yerinden vurmaya

hep çukura atmışsan oltanı ve geçmişse akım ile çengel böğrüne

böğrüne eksik bir Bristol türküsü bilem seni kurtaramaz.



(ve bitmedi sanırım)

birkaç tapınak gezdim, kendini yele vermiş dervişlerin

okunmuş ekmeklerini yüzüme sürdüm, hava çok soğuktu

bilemezsin tüm sokak kedileri acı haykırışlariylen kaçışıyorlardı hiçe, beyhude.

içim acıdı ve sadece kendi adlarını silen, üzerine başka adlar biçenlere

saygı duydum.



(ve ayak diriyordu bedenim, ruhuma)

sonsuzluğa karşı yek bir vakitte olduğumu düşündüm,

oysa solmamış başaklar vardı çölde, birkaç ameliyat masasında neşter

hala şahsıma vuruyordu, kutsal kadeh plastik bir bardaktan değildi

tüm her şeyi kurmak, işletmek dev bir saat kulesini

ve kaçmak tam da başarının dudak kenarında gülümsemeye dönüştüğü

anda, hissizleşme özgürlüğü sadece tüm sustuğun sonsuzluğa..


Erman Akçay aslında iyi insandır

hayatsa vahşi!



RAF

(şubat gecesi 2011)

30 Ocak 2011 Pazar

Kör Dövüş


Sadece okunamayan bir dil icat etme hevesi neden? Sadece kendi kendine gönderen labirentsel bir monolog. Ki şu an piramidin tam da orta yerindeyiz. Eğer sözcükler soyunamıyorsa hiçe, o zaman geçmiş sadece bakmalı loş bir gök kubbeye.

Viski bitecek ve gidip göz satın alacağız, nakit 1 alışveriş mağazasından ve birer kadeh daha içtiğimizde tüm taksi duraklarında vakitsiz bir patlama olacak.
Biz kendi şiirimizi yazmayı seçersek, kendi bedenlerimiz yeni bir lisan yaratır ve yoklar sonsuzluğu. Yeni bir hırs, yeni bir çağ ve patlamış arzu…

Kıyı bilinci… Kıyıcı bir yüz yıl ortasında bile değilken; daha yürüme alıştırmaları, travma provaları yaparken ansızın beliren, o an yok olan, zamanın kaçış çizgilerinde var olan ve silinen ve susulan.

Yazgı ya da yazılan; ki biz hep tek bir söz ile var olduk. Geçmişin loş imgesi, bir boşluğa bir düş giydirme girişimi. Dün bitti.

Yazdıklarına bir vantrolog gerekiyorsa, sözlerini kulağıma yaz lütfen. Eğer kendi sözünün tefsiriysen ve kulaklarına yazılamıyorsa sözcükler, ayaklarına yazmak ve kollarınla konuşmak gerek.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Haz Mekanları



Ütopya’yı yazarının fantezilerinin açıkça ifşa edildiği, bir arzu mekanı olarak ta ele almak mümkündür. More’un Ütopya adasını dış dünyadan tecrit etmek için tasarladığı önlemleri hatırlamakta fayda var.

Sonuçta Ütopya; onu kabul ya da tasvip etmeyecek, üstüne üstlük cezalandırmayı ve yok etmeyi göze alabilecek toplumun(dünyanın) karşında gizlenmiş; kendi içine kapalı bir mekandır. Tıpkı Sade’ın gerçek hayattaki La Coste şatosu ya da orada uygulayamayacağı fantezileri aktardığı Sodom’un 120 Günü’ndeki şato gibi. Barthes haklı olarak bu şatoyu, Fourier’in düşlemleri ile karşılaştırıp; ütopya sorunsalına bağlar.

Pasoli’nin Sodom’un 120 Günü uyarlamasını aslına gayet sadık bir analojiyse, Marco Ferreri’nin Büyük Tıkınması da bir o kadar özgün bir uyarlamadır. Dört orta yaşlı, aristokratın Paris’te tarihi bir malikâneye kapanıp tıkanarak ölme fantezisi, kuşkusuz haz mekanı olarak Sodom’a farklı bir bakıştır.

Büyük Tıkınma da kiralanan üç fahişe ve gönüllü zevk elçisi öğretmen Andrea’nın üzerinden erotik fantezilere yer verilse de, bu açılım oldukça sınırlıdır. Dört aristokratın temel emeli yeme-içme hazzıdır. Yiyerek ölürler ve yaşamlarını sorgularlar. Filmin en ilginç epizotlarından biri yemek masasında Locus Solus’un Gerçeküstücü yazarı Roussel üzerine sohbettir. Bu sohbetin Pasoli’ni deki karşılığı ise faşist şeflerin Dada üstüne nedensiz, neredeyse otomatik konuşmasıdır.

Breton da; tıpkı Sade ve Ferreri gibi Paris’e pekte uzak olmayan bir şato düşler. Engin yalnızlığın hakim olduğu, ahlaksızlığın mesken tuttuğu, olasılıkların randevulaştığı, erkeklere aşkın efendisi (!) olmayı vaat eden bir şato. Breton’un şatosunun kapısı dışarıya hep açıktır ve birinin hayata geçirdiği arzusu, bir başkasına zarar vermez düsturu üzerine kurulmuştur:
Fantezilerimizi özgür bıraktığımızda, gerçekten onlarla yaşamamız mümkündür(Sürrealist Manifestolar, 6:45 Yayıncılık, 2009, sayfa 21-22).

Tam da Sade Markisinin mezar taşına yaraşır, bir son söz!

R.A.
Ekim-2010(Üsküdar)

ps: Karga mecmua-Ocak sayısında yer almıştır.