30 Ağustos 2009 Pazar

makber mi ya rab? hani nerede sağlamasız hayat!

şiirden son bir çıkış bulunamadı, ama kadıköyden bir çıkış yapıldı kutsal topraklara doğru.
izmir de sıcak bir yaz erketesi, geceye sızan viski-buz. dostlarım beni yalnız bırakmıyor, mutluyum ırakta.
asansörün az kenarından bakıyorum heceyi bölen geceme ve vakitsiz bir Lorca hayaleti sızıyor eceye...



Roma'ya Doğru Haykırış

(Chrysler Building'in üst katından)

Binalar binalar usulca yaralanmış
Güneşten kılıçlarla inceden
Mercan bir elle çekiştirilip örselenmiş bulutlar,
Alevden bir çekirdeğin ağırlığını tadan bir elle,
Camgözleri andıran arsenik balıkları
Camgöz balıkları, gözyaşı damlacıkları gibi, bir artışı
kökleştirmek için,
Ve yaralayan güller,
Kan borularına oturmuş iğneler
Düşman dünyalar ve şiirle örtük aşklar
Hepsi de üstüne yıkılacak senin hepsi de, büyük
kubbenin üstüne
Görüyorum -bir adam göz kamaştırıcı bir güvercinin
üstüne işiyor-
Binlerce çanla çevrili kubbe.

Çünkü hiç kimse kalmadı ekmeği, şarabı bölüşecek
Hiç kimse ölümün ağzında ot yetiştirecek
Hiç kimse dinlenmenin dokusunu liflerine ayıracak
Hiç kimse fillerin yaralarına gözyaşı dökecek
Sadece bir milyon demirci vardı sadece
Geleceğin çocukları için zincirler döğen
Bir milyon marangoz
Haçsız tabutlar çakan
Ve sadece bir yas kalabalığı
Baloya az kala düğmelerini çözen,
Diyorum, güvercini aşağılayan o adam konuşmalıdır
Sütunların arasında çırılçıplak haykırmalıdır
Cüzamına eğilmek için bir böcek olmalı
Ve öyle korkunç ağlamalıdır ki
Gözyaşlarının
Yüzükleri ve elmas telefonları sıyrılıp gitmelidir.

Ama işte o beyazlara bürünmüş adam
Bilmiyor başakta saklanan gizi
Bilmiyor iki canlı bir kadının iniltisini
Bilmiyor ki İsa bugün de su verebilir
Bilmiyor ki şu gümüş parçası hesapsız öpüşleri
yakmakta
Sülünün aptal gagasına koymaktadır kuzunun kanını

Öğretmenler çocuklara
Dağdan kopan olağanüstü bir ışık gösteriyor
Ama çıka çıka bundan bir lağım çıkıyor sonunda
Ortasında koleranın karanlık perileri bağrışıyor
Öğretmen sofuca tütsülü iri kubbeleri gösteriyor

Ama heykellerin altında aşk yok

Aşk yok kesin billurdan gözlerin altında
Aşk açlığın hırpaladığı vücutlarda duruyor
Sel baskınına karşı koyan ufak barınakta;
Aşk açlık yılanlarının birbirini yediği hendeklerde
duruyor
Martı ölülerini sallayan hüzünlü denizde
Ve yastığın altına gömülmüş kapkaranlık öpüşte
duruyor.
Ama saydam elli ihtiyar
Aşk, diyecek, aşk, aşk,
Milyonlarca can çekişmesi içinde:
Aşk, diyecek, aşk, aşk,
Sevecenliğin titrek kumaşı içinde;
Barış, diyecek, barış, barış,
Bıçak ürpertileri ve dinamit yığınları arasında
Aşk, diyecek, aşk, aşk,
Dudakları bir gümüşe dönüşene kadar
Bunları diyecek.

Yine de yine de ah yine de
Tükrük hokkalarını kaldırmakla görevli zenciler,
Başöğretmenin soluk dehşeti altında tir tir çocuklar,
Maden kuyularında gazla zehirlenmiş kadınlar
Yaşamalarını çekice, kemana, buluta bağlamış
kalabalıklar
Kafalarını duvara vurur gibi bağıracaklar
Bağıracaklar kubbelerden başları dönmüş
Bağıracaklar ateşten başları dönmüş
Kardan başları dönmüş
Başları pisliğe bulanmış
Bağıracaklar toplanmış bütün geceler gibi
Kentler küçük kızlar gibi titreyene kadar
Öyle korkunç bir sesle bağıracaklar.

Ve müziğin, yağın mapusanelerini yerle bir ediyor,
Her sabah ekmeğimizi yeniden istediğimiz için
Alıç çiçeğimizi ve tanelenmiş sürekli sevecenliğimizi
Meyvelerini herkese sunan dünyanın
Gerçekleşsin diye isteği.

Federico Garcia Lorca

(Türkçesi: Cemal Süreya)

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Ratutiyo

her şeyi karmaşık, çözülemez yada paranoid hale getiren hep beynimiz.
huzursuzluğu besleyen yaşanan özgürsüzlük hali sadece...
erekler ile pratik hayat arasındaki uçurum arttıkça, anlamsızlık koyulaşıyor.
büyük yaşamların, kahramanların zamanı çoktan geçmiş. bir artık, atmık olarak yaşabiliyoruz hayatı, buna alışmalısın.
ancak hiçbiryerde mutlu olacaksın..

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Yuppi Dünya Patlıyor


virüs hep bedeninden akıyordu
irinli bir nehirsin çağıldayan
post-endüstriyel sayıklamaların irisi
anal vaatli bakirelerin seksi büyüsü
hayvan postuna bürünmüş şırınga uzaylarında
anı yaşayamayan hiper-tex, saplantılı infazsız itirafsız aşklarda
saklanan kutsal virütik salgılar, uğuldayan tekno ritim
aşağılık kompleksleri, terapi seansları, yüksek lisans tezleri
yetersiz yaşamların ödemesiz tüm bakiyeleri
sırça raflarda özenle saklanan oidipus geçmişleri
gerçeğe karşı uykuya dalan, ruhu çekilmiş et depoları
konser enteljansiyası, kırkayak kabusları kusan gecelerde
votka ananas biletsiz dağıtılan her arzu, sarhoş teslim edilebilen
hissiz her beden, kaçırılmış tüm fırsatlar, şımarık tüm var oluşlar ve Fransa adına webcam webcam webcam…

bana sadece koca kıçını ver
borsa alacasına teslim bu kusmuk sabahta!
21.08.09/Taksi-m

Necla Rüzgar, Gerçeği...




ne diyeyim bay perşembe, tedirginlik ile paslar, işte Necla Rüzgar imgesi...
http://necla-ruzgar.blogspot.com/

18 Ağustos 2009 Salı

Aforizmalar/Kafka

54.
Tinsel dünyadan başka bir dünya yoktur, duyular dünyası dediğimiz tinsel dünyanın kötülüğüdür ve kötülük dediğimiz de bizim sonsuz gelişimimizde bir anın gerekliliğidir ancak.

62.
Tinsel bir dünyadan başka bir şeyin bulunmadığı gerçeği elimizden umudumuzu alır, ama bize bir kesinlik bağışlar.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

SON ÇIKIŞ/sokak uygulamaları




action paint-şiir: bay perşembe
tipoğrafik çalışma: erman akçay

EREKTE ŞİİR-- yaz 2009 Aksiyonları...









Ege Üniversitesinde Uluma Provaları

Ege üniversitesi uludu mu? Hayır... Ama bir şeyler oldu orada 3-4 mart dolaylarında. Küçük ama önemli şeyler; şairin dediği gibi ‘günün bu saatinde anıt gibi dururlar. Ananem bana demişti çok eski; ‘büyük devrimler yapamazsınız’ demişti rahmetli.
O yüzden küçük devrimlerle hayatın kozmosa akacağını bilirim. Biz uluduk; orada 10 çocuk uludu, bütün Ege üniversitesi ulumamış kimin umurunda?

Spontane bir durum şenliği değil miydi çocukların çabası, bu başarıldı. Ama bunu anlatmak onlara düşseydi keşke. Ege tayfası, Küçükpark yalnızlar şebekesi ya da Aras, Hande, Denge…
Ama saz bendeyse, dilim döndüğünce onların yapmak isteyip, bizlerin destek verdiği etkinliği anlatmaya çalışayım.
Etkinlik üniversite çatısı altında gerçekleşse de, üniversite bu etkinlikte yoktu. Etkinlikte yer alan tek hoca da, dostumuz olduğu için oradaydı. Buradan sevgili Murat’a selamlar…

Ege de mediko sadece sağlık işlerine bakmaz, kültürel olaylara da el atmıştır. Bu sayede çocuklar rektörlük ya da dekanlık ile yüz göz olmadan mediko kanalı ile etkinliği yapmayı başardılar.

Başardılar, diyorum ama bu tek bir cümle ile geliştirilemeyecek 1 konuydu. Notları yükseltmeyecek, kariyerlerine katkı vermeyecek, kampus de popüler çocuk bile yapmayacak bu etkinliğe neden soyunmuşlardı ki?

Mediko düşünüyordu bu çocuklar neden durduk yere böyle bir etkinlik yapmaya kalktı, yani arkasındaki hedef neydi? Uluma etkinliği ile şovenist hareketin bağı neydi? Dada’nın zaza yada Kürtçülükle? Debord’un ‘gösteri toplumu’ filmine porno ihbarı gelmişti.

Mediko çocuklar ile uzun uzun konuştu, sorguladı ve en sonunda kurum çocukların serserilik yapmaya çalışan serseriler olduğuna karar verip, kazasız, sessiz ve masrafsız etkinliği akışına bıraktı.
Sadece katılımcılar özgeçmişleri talep edildi. Böylece Mediko arkadaşların etkinliğin Situasyonist çalışmasını yapmalarına ön ayak oldu. Mesela şöyle:

Kerem Kamil Koç
1978 senesinde Brüksel’de doğdu. Latin dili edebiyatı ve Fars dili edebiyatı üzerine eğitim gördü. Hakemli hakemsiz dergilerde, fanzinlerde yazıları yayımlandı.
http://uluma-izmir.blogspot.com/2009/02/katilimcilar.html

İzmir’in o Tuhaf Psikocoğrafyası
Ben etkinlikten birkaç gün önce gavur ve güzel İzmir topraklarına ayak basmıştım. Öncelikle Eylül ile kavuşmak benim için önemliydi. Dostlarımı görecek ve Ege üniversitesindeki etkinliğe arkadaşlar ile iştirak edecektim. Pazar günü Eylül ile adı daha almadan ‘maviş’ konmuş mavi kuşu alamaya gittik. Akşama Hayali de balık rakı keyfi. Pazartesi benzer keyifli telaşlar ve etkinlik anı geldi…

Uluma’nın ağır topları 6:45 ekibi ilk etkinlik günü Salı sabahı Bornova’ya gelmişlerdi. Ben aldığım tarif neticesiyle kültür ve sanat evine ulaştım. Hava bahardan ödünç alınmışçasına güzeldi. Aydınlık yüzlü gençler beni karşıladılar, gidip etkinlik salonunu gezdik.

İlk günün programı şöyleydi:

12.00 BOŞTA GEZER’İN ŞİİRİ
“Rimbaud – Baudlaire” giriş

13.00 SÜRREALİZM
“Sürrealizm nedir?” panel
“Alfabetik Düşler” film gösterimi

14.30 DADA
“Dadaizm Nedir?” panel
“Dada Performans” performans

16.00 SOKAK SANATI
“Stencil Nasıl Yapılır” atölye

17.30 BEAT
“Beat nedir?” panel
“Uluma” film gösterimi

Açılışı etkinliği neden yaptıkları ile başlayıp, Baudlaire surlarına dayanarak bitiren sevgili Aras yaptı. Ki Aras; sanırım beni son yıllarda en çok etkileyen şiir olan ‘Amokachi ilerde hep yalnızdı’ şiirini benimle o günlerde paylaşmıştı.

Ardından iş başa düşüyordu; çıkıp hayatımda ilk defa insanlara Sürrealizmin ne olduğunu anlattım. Neticeyi inan bende bilmiyorum, alınan video kaydının çözümünde sonucu görebileceğim.

Verilen öğle arasında güzel şeyler oldu, annesi Eylül’ü getirmişti; bahçede gezdik, eğlendik. Ardından Eylül ile dada etkinliğini izlemeye başladık. Eylül; dada ne baba- diye sorduysa da izle göreceksin yanıtı ile yetinmek zorunda kaldı. Kerem Kamil Koç’un Dada Manifestoları kitabının girişinin tamamını okuyup, insanların sabır sınırlarını ölçmeye çalıştığı performans sırasında, sanırım sadece Eylül açıktan isyan etti ve bu çok sıkıcı -diye bağırdı. Ardından Eşit topluluğu dadaist şiir performansı vardı, Eylül’ün keyfi bu performansta düzeldi ve etkinlik sonunda ‘dada neymiş’ soruma şöyle yanıt verdi: dada 1 otobüstür….

Ardından bahçeye çıkıp sokak sanatına dair kısa bir sunumu Eylül ile birlikte yaptık. Sunum sonrası Hande meraklı izleyici kalabalıkla stencil uygulaması yaptı. Sonra Eylül’ü uğurlayıp
günün yine önemli etkinliklerinden Mehmet Ada Öztekin’in yönettiği ve şu sıralar New York gösterimi yapılan Uluma filminin gösterimine katıldık.

Gösterim geniş bir katılım ile gerçekleşti ve ardından Mehmet Ada Öztekin, Şenol Erdoğan, Kerem Kamil Koç ve benim yer aldığımız Beat paneline geçtik. İnsanların izledikleri film sonrası, film dışı sorular sormaları gerçekten tuhaftı.

Etkinlik bitimde topluca Alsancak adasına geçtik. Coco Loca’daki yemek sonrası Hayalbaz’a gidip bira içtik. Kerem çok uykusuzdu, Şenol ile otele geçerken, etkinliğin gizemli adamı Musa Yılmaz ile Mehmet Ada bir rakı düellosuna girişmişler. (Yılmaz’ın bütün yazıları http://musayilmaz.com/ adresinden okunabilir)

İkinci Gün (4 mart) programı ile şöyleydi:

12.30 SİTÜASYONİZM
“Sitüasyonistler kimdir?” panel
“Gösteri Toplumu” film gösterimi

15.00 BALLARD - İÇ UZAY - SİBERPUNK
“İç uzay ve bedenin dönüşümü” panel

16.30 PUNK
“Punk nedir?” panel
“Pank Tavrı-Punk Attitude” film gösterimi
“Punk konseri”

Debord’un filmi İzmir de ilk defa gösterildi ve sanırım yapılan panelde şu ana dek ülkede direkt Enternasyonel’e dair ilk gerçek sunumdu. Ardından Murat hoca Cyberpunk’un derin içuzayına doğru bir seyahate dinleyicileri davet etti. Sunumun sonlarına doğru Eylül’ü okuldan almaya gideceğim için çok istediğim Punk programına kalamadım.

Genel olarak izlenimim izleyicilerin bize uzaktan saygı duyan ama biraz da ‘alien’ yerine koyan tavırlarıydı. Sonuçta yapılan bir ilkti. Çocuklar kalan yerden ileri de devam edeceklerdir.
Kapalı alanı aşan, sokağa taşan, şenlikli bir otonom çizgi umarım gelecek etkinliğin ana hatları olacaktır.
9.4.09

13 Ağustos 2009 Perşembe

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Kafka, Rumi, Görme/Okuma Biçimleri...


kafka, Rumi, Görme/Okuma Biçimleri
ve Extramücadele

Extramücadele 1997 yılında Memed Erdener’in başlattığı, hayali siparişlerle özgün yolunda ilerleyen bir güncel sanat projesi. Bu proje, toplumun içinde kök salmış ideolojik güdülenmelerin haritasını çıkaran, alternatif bir ikonografi oluşturur. Politik doğruculuğa pabuç bırakmayan ironik bir eleştiri ve belki de derinlerde saklı ütopik bir arzu. Öteki’yi bir tür farklı okuma, görme çabası…
Sanatçının 2005 tarihli Kalbimin Taa Derinlerinde çalışmasını Rumi’nin ölümsüz dizelerinden yola çıkar:

"O'nu hristiyanların haçında bulmaya çalıştım, ama orada değildi.
Hintlilerin mabedine, eski pagodalara gittim, hiç bir yerde en ufak bir izine bile rastlamadım.
Dağları, vadileri gezdim, ne doruklarda ne derinlerde bulabildim O'nu.
Mekke'ye, Kabe'ye gittim, orada da değildi.
Alimlere, filozoflara sordum,
İdraklerin ötesindeydi.
Derken kalbimin içine baktım,
Orada, yerleşmiş öylece durmaktaydı,
O, bulunabilecek başka hiç bir yerde değildi. "
Mevlana Celaleddin Rumi

Çizimde; takım elbiseli adam bir ibadet anı titizliğiyle ellerini dizleri üzerinde birleştirip, usulca önünde dikilen bir kalbi dinlemektedir. Adamın kulağındaki girişin karşılığı kablo aracılığıyla kalbe bağlanır. Burada ilk akla gelecek okuma, kişinin varoluşundaki gerçeği anlama sürecinin postmodern siborg çağında teknolojik bir ara yüzey bağlantısıyla gerçekleşebileceğidir. Teknolojik devrim sadece gündelik hayatın her alanına değil; tin’e kadar sızmıştır. O olmadan kendi iç sesimize bile vakıf olamayız.

Ama ben, ilk akla düşen okumanın fazla kolay bir ‘görme biçimi’ olduğunu söyleyeceğim. Tıpkı klasik Kafka okumalarına Deleuze&Guattari’nin getirdiği çekinceyi hatırlamanızı isteyeceğim. Tıpkı Baba’ya Mektup’un Oedipus kompleksinin en abartılı karşılığını oluşturma çabası gibi. Yada tüm yapıtının o karanlık, kapalı, boğuk, patalojik atmosferi içinde; ironiyi gizli bir silah olarak tüm iktidarlara çevirebilmesi…
Extramücadele’nin Kalbimin Taa Derinliklerinde yapıtında mutlaka bir dinleme eylemi var. Ama kişi dışarıya koyduğu yada yabancılaştırdığı kendi kalbini dinlemez. Resimdeki kişi; memur düzenliliğinde kesili saçları, bir bürokratı anımsatan düzenli gri takım elbisesi içinde dinleme vazifesini yapan bir devlet memurudur.
Deleuze’un 2. Dünya Savaşı sonrası dünyasını ‘denetleme toplumu’ olarak tanımlaması ile yola çıkıp; 1984, Cesur Yeni dünya, Biz gibi bilimkurgunun kara ütopyalarını anımsayalım. Ancak; oradan teknoloji, iktidarlar ve tin arasındaki çatışkıları ve Kafka’nın Ceza Sömürgesi adlı disütopya denemesini bilişselleştirebiliriz.

Böylece kolaycı cevaplardansa; karmaşık soruların puzzle’ında Extramücadele’nin etik kavramı etrafında dönen yapıtlarındaki ironiyi okuyabiliriz. Yada Rumi’nin dizelerindeki çağrıya uyarak, sessizliğin melodisini içselleştirebiliriz.

Sineklere Gizlenmiş Tanrılar

Çocukluk hep masumiyetle anıla gelmiştir, örneğin çocuklara karşı işlenen suçlar toplumda derin infial yaratır. Benzer bir suç yetişkin birine karşı işlendiğinde, karşılığı gazetelerin 3. sayfa haberleridir. Çocukların işlediği küçük suçlara hoşça bakılır; büyük bir suç işlediklerinde ise toplum sert bir özeleştiri sürecine girerek günah çıkarır. Toplum, çocukları sevmeyen, onlarla anlaşamayan yetişkinlere de hoş gözle bakmaz.

Post-modern dünyada şiddet ve suça bulaşma yaşının gitgide düşmesi, uzmanları en çok meşgul eden sorunların başında gelmektedir. Oysa bu konudaki bilimsel ve felsefi araştırmaların tarihi çok eskidir, fazla derine inmeden (aydınlanma çağından itibaren) çocuklar üzerine yapılan çalışmaları kısaca analım. J. Rousseau, insan yavrusunun hür doğduğunu ama dış çevrenin onu zincire vurduğunu ileri sürer. Robert Owen, çocuk eğitiminin önemine vurgu yaparak, dünyanın ilk ana okulunu kurmuştu. Marx ve Engels “Kutsal Aile”nin ipliğini pazara çıkardılar. Freud, ”Oidipus kompleksi” tespiti ile çocuk gelişimine ilişkin radikal görüşler sundu. Lacan, Freud’un kuramına “ayna evresi” dönemini ekledi. Althusser, Oidipus’u ailenin ideolojisi olarak nitelendirerek, aileyi “devletin ideolojik aygıtlarından” biri saydı. Focault, iktidarın özneyi çocukluktan tahakküme aldığının altını çizdi.

Bu çalışmalarda ortaya çıkan en önemli paradoks, insanın doğuştan gelen bir doğaya sahip olup olmadığıydı. Bu konu, Jung’un toplumsal bilinçdışı araştırmalarından, genetik bulgulara kadar geniş bir alanda tartışıla geldi. Yine Freud’a göre her insanın içinde sevgiyi temsil eden Eros, ölüm ve yıkıcılığı temsil eden Tantalos güdüleri vardı.

Burjuva toplum bir çeşit savunma refleksi ile yeni suçluların oluşumunu engellemek için sevecen aile ortamına, küçük yaşta eğitimin başlamasının gerekliliğine ve gelişim psikolojisine vurgu yapa geldi. Ve de bu yaklaşımı her türlü yozluğa kapılarını açmasına rağmen sürekli muhafazakar değer yargıları ile açıkladı.

Oysa; bugün çocuklar Afrika’da açlıktan, Irak’ta Filistin’de kirli savaştan ölmektedir. Uzakdoğu sanayisini çocuk emeği sömürüsü üzerinde yürütmekte, Tayvan ise dünyanın çeşitli yerlerinden gelen para babalarının çocuk bedenleri satın aldığı bir pislik yuvasına dönüşmüş durumda. Artık, her isteyen birkaç tuşa basarak çocuk pornografisine ulaşabilmekte. 21.yy’ın başında gördüklerimiz, iki yüzlüce oynanan bu oyunun yarattığı utanç tablosudur.

Ülkemiz ise Antep’in baklava çalan çocukları, Manisa’lı işkence mağdurları, tinerci çocuklar örneklerinde olduğu gibi, bu sorunları pedagoglara değil, adli makamlara devretmiş durumda. Tüm bu tablo uygar olarak nitelendirdiğimiz dünyanın iki yüzlülüğünü yürek acıtarak ortaya koyuyor. Tek kutuplu global dünya, uygarlığın bağrında vahşeti, iğrençliği büyütmektedir. William Golding’in Sineklerin Tanrısı romanı da tam bu noktadan önemini 50 yılı aşkın zamandır kaybetmemiştir.

Geçmişte değişik yayınevlerince birkaç kez basılan bu romanın son baskısı, 2001 yılında İş bankası yayınları tarafından yapıldı. Kitabın çevirisini ise İngiliz edebiyatına uzmanlığı ve temiz türkçesi ile bir kaç sene önce yitirdiğimiz Mine Urgan yapmış. Ayrıca Urgan, kitabın başına önsöz olarak romanla ilgili güzel bir deneme eklemiş. Roman soğuk savaşın, sıcak savaşa dönüştüğü karanlık bir gelecek portresi sunar. Atom bombalarının kullanıldığı bu korkunç savaştan kaçırılmak istenen bir grup İngiliz çocuğu taşıyan uçak okyanustaki bir ada üzerine düşer. O güne kadar uygar dünyada yetişkinlerin kontrolünde büyüyen 6-14 yaş arası çocuklar adada kendi kendilerini idare etmenin yolunu ararlar. Atak kişilikli Ralph ve Jack liderlik için yarışırlar. Kazanan tüm çocukların arzu nesnesi haline dönüşen büyük deniz kabuğunun sahibi Ralph olur. Fakat barınaklar yapmak, sürekli ateş yakarak kurtarılmak için sinyal vermeğe uğraşan Ralph’a karşı avlanmayı merkeze alan Jack liderlik hevesinden vazgeçmez. Bu iki çocuk ve onların savunduğu değerler arasındaki gerilim romanın sonuna kadar devam eder.

Sineklerin Tanrısı, dönemin ruhunu yansıtmayı başarmış bir eser olarak defalarca birçok dile çevrilmiştir. İkinci dünya savaşı ve atom bombası yıkımı ardından, çocuk savaş paranoyalarının gündemin merkezine oturduğu bir dönemde yazılan roman, Golding’in sade, anlaşılır ama etkileyici kalemiyle nobel ödülüne layık görülmüştür. Ayrıca eser birçok defa beyaz perdeye aktarıldı. Golding bu ilk romanın başarısı ardından uzun ömrü boyunca (1911-1993) 10 roman daha yazdı. Bu romanlardan sadece insansı maymunların dünyasında geçen “The Inheritos” yazarın Sineklerin Tanrısı gibi bilimkurgu sanatı içinde yer almaktadır. Yazarın, Kule ve Çatal Dil romanları da İş bankası Kültür Yayınları baskısı ile kitapçı raflarında bulunabilir.

Sineklerin Tanrısı, Kumsalda, Hiç Çimen Yok gibi soğuk savaş ve atom tehlikesinin öne çıktığı kara ütopyalar arasında yer alır. Fakat uygarlık sonrası vahşete dönen kahramanlarının çocuklar olması sayesinde çok daha geniş kesimlerce dikkate alınmıştır.

Biçimsel açıdan Golding anti tezini yazmaya soyunduğu R.M. Ballentyn’ın Mercan Adası romanının çocuklara yönelik yazıldığını unutmuş gibidir. Çünkü Sineklerin Tanrısı konu itibarı ile yetişkinlere yönelik yazılmış bir kara ütopyadır. Ve de böyle bir yapıtın okuru romandaki kişilerin karakterlerinin ete kemiğe bürünmüş olmasını bekler. Oysa Golding’in romanı okura bu derinliği sunmada başarısız kalır. Roman iki zıt karakterli çocuk arasındaki gerilimi, kolayca uygarlık ve vahşilik arasında simgesel bir karşıtlığa çevirmesi ile etkisini zayıflatıyor. Golding’in açık rollere soyunan simgesel özneleri, gerçekte çocukların basit düşündüğü kanısında olan önyargılı bakış açısıyla özdeşleştirilebilir. Oysa çocukların basit, kolay anlaşılır duruşları büyükler gibi savunma mekanizmalarıyla donatılmamış olmanın açık sözlülüğündendir. İçinden geçeni en açık yürekle dışa vuran bir patavatsızlıktır bu. Yaşam koşullarının standartlaştırdığı yetişkinlere göre çocuklar yenilikleri, düş gücünü ve özgürlüğü daha çok önemserler.

Roman, Ralph’ın neden uygarlık değerlerine bağlı kalıp, savunuculuğunu yaptığının ipuçlarını okura sunmakta. Orta sınıftan uyumlu bir ailenin çocuğu olan Ralph’ın uygar geçmişle olan bağları kuvvetlidir.

Oysa çok net bir biçimde kötücül tarafı temsil eden Jack’ın geçmişi ile ilgili bir bilgi okura verilmez. İlkel güdülerine teslim olmasına kanıt olarak, askeri disiplin ile idare ettiği kilise korosu ortamı ile yetinmek zorunda kalırız. Tek tip kıyafetli, koyu bir disiplinle sürüleştirilmiş kilise korosu, militaristleşmiş kurumları çağrıştırmaktadır. Jack’a göre “avlanmak için bir ordu” ya ihtiyaçları vardır. Fakat tüm bunlar Mine Urgan’ın aktarımıyla Jack’ın “küçük bir faşist, çekirdek halinde bir başbuğ” olmasının açıklamasını okura sunmaz.

Gerçi Jack’ın yaşadığı değişim bir anda gerçekleşmez. İlk karşılaşmalarında Jack domuzu öldüremez. Ardından, her öldürme eylemi, çocukları bir adım daha uygarlıktan koparıp, vahşileştirir. Freud Tevrat’ın “öldürmeyeceksin” emrini uygarlığın başlangıcı ile özleştirmiştir. Freud’a göre uygarlık bu tip yasaların toplumca kabulüyle kurulmuştur. Uygarlığın, kısıtlamaları temsil eden aile, okul gibi mekanizmalardan uzakta, çocuklar ilkelliğe kolayca dönerler. İlkel kabileler gibi, çocuklar yüzlerini boyayıp av şenlikleri yaparlar, canavarlara adaklar verirler. Korkunun ve şiddetin belirleyici olduğu yerde,”Ralph’a göre aklın egemenliği çöküvermiştir.” Varolduğuna inanılan canavara armağan edilen, kazığa geçirilmiş domuz başı, totemci ilkel toplulukların davranışları ile örtüşür. Bu tablo, iyi huylu ve akla inanan Simon adlı çocuğun sineklerin tanrısına dönüşen domuz kafası ile yaptığı hayali diyalog da iyice belirginleşir. Akla inanan Simon ve domuzcuklar adılı çocuklar, yarı kaza yarı kasti saldırılarla öldürülürler. “Yaşam bilimseldir” görüşünü savunan ve bir yetişkin gibi düşünebilen domuzcuk, şişman vücudu, miyop gözlükleri kadar doğruları cüretlice söyleyen aklı yüzünden, baştan beri tepkileri üzerine toplamıştır.

Sineklerin tanrısı, ıssız bir adada kötülükleri dünyamıza yaymaya devam ediyor. İlkelliğe dönüş özleminin bir çeşit modaya dönüştüğü günümüzde, Simon, domuzcuk gibi çocuklar yetiştirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde vahşetin soluğu her an yanı başımızda.
2002

Şerh Sureleri

Şerh Sureleri
1
Kör kuşların geceye belirmesi bir uğursuzluk alametiydi. Yalnızlığın bolca teorisi olsa da, kalp kırmayı öğrenmemiz çok hazin bir yoksunluk haliydi. Biz ki, eskiden sadece kendimizi kırardık, tuz ev buz…
2
Ölüm geliyor, ölüm yaklaşmakta…
3
Bu yaşama oburluğu, egoist bir zaaf. Evrenin tüm kapıları açık oysa, tikel ile birleşmek için.
İçimdeki karanlık arttıkça, tümelleşiyor ben’liğim…
4
Yaşamdan atılmak, yaşadıkça hırçınlaştırıyor insanı. Gençlik güzel bir tapınaktı, çeşmelerinden ab-ı hayat akan.
Ruhun gün batımında gece puslanıyor, titrekleşiyor yürek ve kararsız artıyor, sari bir rahatsızlığa evriliyor.
Kapının hemen ardında, bekliyor yıkım.
Kör.
5
Düşünceler kalıplaştıkça, sahte peygamberler üretiyor. Öznelliliğin radikalliği törpülendikçe, yalnızlığın edepsizliğini örtmek için genelin bilgisine sığınıyoruz. Vasatın otoritesine teslim oluyoruz.
6
‘ben varım’ demek güzel, ama bunu ispatlamakta gerek; yersiz-yurtsuz-sınırsız-şiir hayat!
7
Hayatta kalırsak bir gün, tüm bu pişmanlıklar yakamızı bırakmayacak. Ödenmeden; doğmuş olmanın bedeli, hayatın faturası hiç kapanmayacak.
8
Yaşamasını bilmiyorsan, küçük kız çocuklarından öğren gerçeğin surelerini, ki onlara doğa bile şerh koyamaz!
9
Beklemek, hep bir yazgının parçası; özlem ise hiç bitmiyor bilemediğine, göremediğine, hiçin uçurum bilgisine.
10
Düşündüğün için yazmıyorsun. Bilme süreci acının evrimidir. Düşünmek; sadece yazmanın bir parçası ve beyindeki ödem büyüyor.
11
Ruh; sonsuz çöl; ne vaha ne de serap.
12
Izdırabın da bir sınırı olmalı; ama yok.
13
Boşlukta dengesiz salındığımıza bakma, bizim hiçbir saatimiz olmadı.
14
Var oluş benim hatamsa, bu bedeli ödemeliyim.