10 Ağustos 2009 Pazartesi

Sineklere Gizlenmiş Tanrılar

Çocukluk hep masumiyetle anıla gelmiştir, örneğin çocuklara karşı işlenen suçlar toplumda derin infial yaratır. Benzer bir suç yetişkin birine karşı işlendiğinde, karşılığı gazetelerin 3. sayfa haberleridir. Çocukların işlediği küçük suçlara hoşça bakılır; büyük bir suç işlediklerinde ise toplum sert bir özeleştiri sürecine girerek günah çıkarır. Toplum, çocukları sevmeyen, onlarla anlaşamayan yetişkinlere de hoş gözle bakmaz.

Post-modern dünyada şiddet ve suça bulaşma yaşının gitgide düşmesi, uzmanları en çok meşgul eden sorunların başında gelmektedir. Oysa bu konudaki bilimsel ve felsefi araştırmaların tarihi çok eskidir, fazla derine inmeden (aydınlanma çağından itibaren) çocuklar üzerine yapılan çalışmaları kısaca analım. J. Rousseau, insan yavrusunun hür doğduğunu ama dış çevrenin onu zincire vurduğunu ileri sürer. Robert Owen, çocuk eğitiminin önemine vurgu yaparak, dünyanın ilk ana okulunu kurmuştu. Marx ve Engels “Kutsal Aile”nin ipliğini pazara çıkardılar. Freud, ”Oidipus kompleksi” tespiti ile çocuk gelişimine ilişkin radikal görüşler sundu. Lacan, Freud’un kuramına “ayna evresi” dönemini ekledi. Althusser, Oidipus’u ailenin ideolojisi olarak nitelendirerek, aileyi “devletin ideolojik aygıtlarından” biri saydı. Focault, iktidarın özneyi çocukluktan tahakküme aldığının altını çizdi.

Bu çalışmalarda ortaya çıkan en önemli paradoks, insanın doğuştan gelen bir doğaya sahip olup olmadığıydı. Bu konu, Jung’un toplumsal bilinçdışı araştırmalarından, genetik bulgulara kadar geniş bir alanda tartışıla geldi. Yine Freud’a göre her insanın içinde sevgiyi temsil eden Eros, ölüm ve yıkıcılığı temsil eden Tantalos güdüleri vardı.

Burjuva toplum bir çeşit savunma refleksi ile yeni suçluların oluşumunu engellemek için sevecen aile ortamına, küçük yaşta eğitimin başlamasının gerekliliğine ve gelişim psikolojisine vurgu yapa geldi. Ve de bu yaklaşımı her türlü yozluğa kapılarını açmasına rağmen sürekli muhafazakar değer yargıları ile açıkladı.

Oysa; bugün çocuklar Afrika’da açlıktan, Irak’ta Filistin’de kirli savaştan ölmektedir. Uzakdoğu sanayisini çocuk emeği sömürüsü üzerinde yürütmekte, Tayvan ise dünyanın çeşitli yerlerinden gelen para babalarının çocuk bedenleri satın aldığı bir pislik yuvasına dönüşmüş durumda. Artık, her isteyen birkaç tuşa basarak çocuk pornografisine ulaşabilmekte. 21.yy’ın başında gördüklerimiz, iki yüzlüce oynanan bu oyunun yarattığı utanç tablosudur.

Ülkemiz ise Antep’in baklava çalan çocukları, Manisa’lı işkence mağdurları, tinerci çocuklar örneklerinde olduğu gibi, bu sorunları pedagoglara değil, adli makamlara devretmiş durumda. Tüm bu tablo uygar olarak nitelendirdiğimiz dünyanın iki yüzlülüğünü yürek acıtarak ortaya koyuyor. Tek kutuplu global dünya, uygarlığın bağrında vahşeti, iğrençliği büyütmektedir. William Golding’in Sineklerin Tanrısı romanı da tam bu noktadan önemini 50 yılı aşkın zamandır kaybetmemiştir.

Geçmişte değişik yayınevlerince birkaç kez basılan bu romanın son baskısı, 2001 yılında İş bankası yayınları tarafından yapıldı. Kitabın çevirisini ise İngiliz edebiyatına uzmanlığı ve temiz türkçesi ile bir kaç sene önce yitirdiğimiz Mine Urgan yapmış. Ayrıca Urgan, kitabın başına önsöz olarak romanla ilgili güzel bir deneme eklemiş. Roman soğuk savaşın, sıcak savaşa dönüştüğü karanlık bir gelecek portresi sunar. Atom bombalarının kullanıldığı bu korkunç savaştan kaçırılmak istenen bir grup İngiliz çocuğu taşıyan uçak okyanustaki bir ada üzerine düşer. O güne kadar uygar dünyada yetişkinlerin kontrolünde büyüyen 6-14 yaş arası çocuklar adada kendi kendilerini idare etmenin yolunu ararlar. Atak kişilikli Ralph ve Jack liderlik için yarışırlar. Kazanan tüm çocukların arzu nesnesi haline dönüşen büyük deniz kabuğunun sahibi Ralph olur. Fakat barınaklar yapmak, sürekli ateş yakarak kurtarılmak için sinyal vermeğe uğraşan Ralph’a karşı avlanmayı merkeze alan Jack liderlik hevesinden vazgeçmez. Bu iki çocuk ve onların savunduğu değerler arasındaki gerilim romanın sonuna kadar devam eder.

Sineklerin Tanrısı, dönemin ruhunu yansıtmayı başarmış bir eser olarak defalarca birçok dile çevrilmiştir. İkinci dünya savaşı ve atom bombası yıkımı ardından, çocuk savaş paranoyalarının gündemin merkezine oturduğu bir dönemde yazılan roman, Golding’in sade, anlaşılır ama etkileyici kalemiyle nobel ödülüne layık görülmüştür. Ayrıca eser birçok defa beyaz perdeye aktarıldı. Golding bu ilk romanın başarısı ardından uzun ömrü boyunca (1911-1993) 10 roman daha yazdı. Bu romanlardan sadece insansı maymunların dünyasında geçen “The Inheritos” yazarın Sineklerin Tanrısı gibi bilimkurgu sanatı içinde yer almaktadır. Yazarın, Kule ve Çatal Dil romanları da İş bankası Kültür Yayınları baskısı ile kitapçı raflarında bulunabilir.

Sineklerin Tanrısı, Kumsalda, Hiç Çimen Yok gibi soğuk savaş ve atom tehlikesinin öne çıktığı kara ütopyalar arasında yer alır. Fakat uygarlık sonrası vahşete dönen kahramanlarının çocuklar olması sayesinde çok daha geniş kesimlerce dikkate alınmıştır.

Biçimsel açıdan Golding anti tezini yazmaya soyunduğu R.M. Ballentyn’ın Mercan Adası romanının çocuklara yönelik yazıldığını unutmuş gibidir. Çünkü Sineklerin Tanrısı konu itibarı ile yetişkinlere yönelik yazılmış bir kara ütopyadır. Ve de böyle bir yapıtın okuru romandaki kişilerin karakterlerinin ete kemiğe bürünmüş olmasını bekler. Oysa Golding’in romanı okura bu derinliği sunmada başarısız kalır. Roman iki zıt karakterli çocuk arasındaki gerilimi, kolayca uygarlık ve vahşilik arasında simgesel bir karşıtlığa çevirmesi ile etkisini zayıflatıyor. Golding’in açık rollere soyunan simgesel özneleri, gerçekte çocukların basit düşündüğü kanısında olan önyargılı bakış açısıyla özdeşleştirilebilir. Oysa çocukların basit, kolay anlaşılır duruşları büyükler gibi savunma mekanizmalarıyla donatılmamış olmanın açık sözlülüğündendir. İçinden geçeni en açık yürekle dışa vuran bir patavatsızlıktır bu. Yaşam koşullarının standartlaştırdığı yetişkinlere göre çocuklar yenilikleri, düş gücünü ve özgürlüğü daha çok önemserler.

Roman, Ralph’ın neden uygarlık değerlerine bağlı kalıp, savunuculuğunu yaptığının ipuçlarını okura sunmakta. Orta sınıftan uyumlu bir ailenin çocuğu olan Ralph’ın uygar geçmişle olan bağları kuvvetlidir.

Oysa çok net bir biçimde kötücül tarafı temsil eden Jack’ın geçmişi ile ilgili bir bilgi okura verilmez. İlkel güdülerine teslim olmasına kanıt olarak, askeri disiplin ile idare ettiği kilise korosu ortamı ile yetinmek zorunda kalırız. Tek tip kıyafetli, koyu bir disiplinle sürüleştirilmiş kilise korosu, militaristleşmiş kurumları çağrıştırmaktadır. Jack’a göre “avlanmak için bir ordu” ya ihtiyaçları vardır. Fakat tüm bunlar Mine Urgan’ın aktarımıyla Jack’ın “küçük bir faşist, çekirdek halinde bir başbuğ” olmasının açıklamasını okura sunmaz.

Gerçi Jack’ın yaşadığı değişim bir anda gerçekleşmez. İlk karşılaşmalarında Jack domuzu öldüremez. Ardından, her öldürme eylemi, çocukları bir adım daha uygarlıktan koparıp, vahşileştirir. Freud Tevrat’ın “öldürmeyeceksin” emrini uygarlığın başlangıcı ile özleştirmiştir. Freud’a göre uygarlık bu tip yasaların toplumca kabulüyle kurulmuştur. Uygarlığın, kısıtlamaları temsil eden aile, okul gibi mekanizmalardan uzakta, çocuklar ilkelliğe kolayca dönerler. İlkel kabileler gibi, çocuklar yüzlerini boyayıp av şenlikleri yaparlar, canavarlara adaklar verirler. Korkunun ve şiddetin belirleyici olduğu yerde,”Ralph’a göre aklın egemenliği çöküvermiştir.” Varolduğuna inanılan canavara armağan edilen, kazığa geçirilmiş domuz başı, totemci ilkel toplulukların davranışları ile örtüşür. Bu tablo, iyi huylu ve akla inanan Simon adlı çocuğun sineklerin tanrısına dönüşen domuz kafası ile yaptığı hayali diyalog da iyice belirginleşir. Akla inanan Simon ve domuzcuklar adılı çocuklar, yarı kaza yarı kasti saldırılarla öldürülürler. “Yaşam bilimseldir” görüşünü savunan ve bir yetişkin gibi düşünebilen domuzcuk, şişman vücudu, miyop gözlükleri kadar doğruları cüretlice söyleyen aklı yüzünden, baştan beri tepkileri üzerine toplamıştır.

Sineklerin tanrısı, ıssız bir adada kötülükleri dünyamıza yaymaya devam ediyor. İlkelliğe dönüş özleminin bir çeşit modaya dönüştüğü günümüzde, Simon, domuzcuk gibi çocuklar yetiştirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde vahşetin soluğu her an yanı başımızda.
2002

Hiç yorum yok: