Son hafta öyle beklendiği gibi davranmıştım ki Snow da kaygılı gözlerle beni izlemeyi bırakmıştı. Yüzeye bakılırsa dingindim: ama için için, aslında kendim de kabul etmeksizin, bir şey bekliyordum. Rheya’nın dönüşü mü? Bunu nasıl bekliyor olabilirdim? Hepimiz biliyorduk ki maddesel varlıklardık bizler, fizyoloji ve fizik yasalarını yenmeye yetmezdi gücümüz. Yapabileceğimiz tek şey o yasalardan tiksinmekti. Aşıklarla, şairlerin sevginin ölümden de üstün saydıkları gücüne olan inanç, şu ‘can tükense de sevgi tükenmez’ inanışı bir yalandı; yararsız, üstelik eğlenceli de olmayan bir yalan. Öyleyse insan, zamanın akışını ölçen, kah bozulan kah onarılan; ustası onu her çalıştırdığında düzeneği umarsızlık ve sevgi üreten bir saat olmaya rıza mı göstermeliydi? Her insan tekinin, en eski acıları, yinelendikçe gülünçleşerek durmadan daha da derinleşen en eski acıları baştan yaşadığı düşüncesine alışmak zorunda mıydık? İnsan varoluşu kendini yenilemek zorunda olabilirdi, buna diyecek yoktu, ama dillere pelesenk olmuş bayat bir ezgi gibi ya da ayyaşın tekinin durmadan müzik kutusuna tekliği bastırıp baştan çaldığı bir şarkı gibi yinelenecekse…
Bu akışkan dev yüzlerce insanın canını almıştı. Tüm insan soyu onunla incir çekirdeğini doldurmayacak bir bağ kurabilmek için boşuna çabalamıştı. Şimdi de benim ağırlığımı bir toz zerresini umursadığından daha çok umursamıyordu. İki insan bireyinin trajedisine de bir tepki gösterebileceğini de sanmıyorum. Ama yine de bütün etkinliklerin bir ereği vardı… Doğru, kesinlikle emindim, ama belki sonsuz küçüklükte; belki yalnızca düşsel de olsa yine bir fırsatı tepmek olacaktı çekip gitmek…. Öyleyse burada, ikimizin de soluduğu havada mı yaşamalıydım artık? Ne adına? Onun dönmesi umuduyla mı? Hiç bir şey ummuyordum. Ama yine de, yine de bir beklentiyle yaşıyordum. O gittiğine göre geriye bu kalmıştı yalnız. Beni hangi başarıların, hangi gizli alayların, hatta daha hangi işkencelerin beklediğini bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyordum; ama amansız mucizeler çağının hala geçmediği inancında diretiyordum….
Bu akışkan dev yüzlerce insanın canını almıştı. Tüm insan soyu onunla incir çekirdeğini doldurmayacak bir bağ kurabilmek için boşuna çabalamıştı. Şimdi de benim ağırlığımı bir toz zerresini umursadığından daha çok umursamıyordu. İki insan bireyinin trajedisine de bir tepki gösterebileceğini de sanmıyorum. Ama yine de bütün etkinliklerin bir ereği vardı… Doğru, kesinlikle emindim, ama belki sonsuz küçüklükte; belki yalnızca düşsel de olsa yine bir fırsatı tepmek olacaktı çekip gitmek…. Öyleyse burada, ikimizin de soluduğu havada mı yaşamalıydım artık? Ne adına? Onun dönmesi umuduyla mı? Hiç bir şey ummuyordum. Ama yine de, yine de bir beklentiyle yaşıyordum. O gittiğine göre geriye bu kalmıştı yalnız. Beni hangi başarıların, hangi gizli alayların, hatta daha hangi işkencelerin beklediğini bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyordum; ama amansız mucizeler çağının hala geçmediği inancında diretiyordum….
11 yorum:
İpek beyaz çoraplarımla koşarken, avludaki Madam'ın eteklerini kaldırıp kaldırıp: ''Nereye gittiler, daha dans bitmedi bile'' diyerek devinmesi ve öldürülen kocasıyla dansa devam etmesi ki küçük tatlı bir vals eşliğinde işte bu; 'umut'larımın yeşermesine engel oluyor...
hazin bir detay...
oysa, umut yaşanacak bir şey olmalı.
Hüzünlü değil aslında, küçük bir detay, artık... Hem bu hüzne sadece izleyici olunabilir... Madam, artık dansı bitirdi ölü kocasıyla sevişiyor...
tıpkı bu sevişmeye izleyici olunacağı gibi...
Evet,doğru bir yaklaşım anlatmak istediğim tam da buydu, tıpkı bu sevişmeğe olunan türden hüzne yaklaşabilirsiniz...
ama kimi insanlar hep ölmek isterler ama ölemezler.
şamanlar sizce nasıl yaklaşırlar hüzne?
Şamanlar, bir kere izleyici olmazlar, şifacıdırlar:)... ''Yoldaşlar'' kısmında bahsettiğiniz gibi, ''aşk, şiir ve delilik insanı hala sıcak tutabilir'' işte onlar, bunlara sımsıkı sarılmışlardır... Şamanlarda esas olan şey dirençtir bence, direnirler hayata ve onun, sizi tutsaklaştıran dayatmalarına... Ve belirttiğiniz gibi ''düş kurmaktan, düşüyle yüzleşmekten kaçınmamış olduklarından'' hüznüde kederide kucaklarlar gibime geliyor...
karadeliklere gebe, parçalanmış hayatlar olsa gerek, şamanların yaşadıkları...
Nadja takside benimle birlikte geliyor. Bir süre sessiz duruyoruz, sonra birden sen diye hitap etmeye başlıyor: "Bir oyun: bir şey söyle. Gözlerini kapat ve bir şey söyle . Ne olursa olsun, bir sayı, bir insan ismi. Aynen böyle (gözlerini kapatıyor): İki, iki ne? İki kadın. Nasıl bu kadınlar? Karalar içinde. neredeler? Bir parkta... Peki ne yapıyorlar? Çok kolay canım, niçin oynamak istemiyorsun? Bense, yalnız olduğum zaman kendi kendimle böyle konuşurum işte, türlü türlü hikayeler anlatırım kendi kendime. üstelik bomboş saçma sapan hikayeler de değil: Hatta denebilir ki, tamamı tamamına bu biçimde yaşıyorum ben."
anlamıyorum...
Taştan adam, anla beni" der. Sonra ekler: "Kömür topaklarıyla dolu bir deliğin karanlığında bir sarkaç gibi sallanan bu terazi de neyin nesi?"
Yorum Gönder