27 Aralık 2010 Pazartesi

ana-morfoz



photos by bay perşembe

gerçekliğe karşı...

gerçeklikte dinleniş süresi ne olursa olsun, gözmüze çarpması gereken, bilimsel düşüncenin tüm verimli devinimlerinin,gerçeklikte derinlemesine bir yeniden sınıflandırmayı zorunlu kılan bunalımlar olmasıdır. ayrıca, gerçekçi düşüncenin kendi bunalımları kendisinin yarattığını da söylemeliyiz. devrimci itki başka yerden gelir: devrimci itki soyutun eğemenliğinde dünyaya gelir. çağdaş deneysel düşüncenin kaynakları matematiğin alanındadır.

Gaston Bachelard

26 Aralık 2010 Pazar

doğanın kitabı


"seyahatlerime devam etmemin benim suçlanmamı değil, övülmemi grektiren bir şey olduğunu düşünüyorum.bunun için doğaya sayğı duymayı tanık göstereceğim, çünkü onun yollarını öğrenmek isteyenler onun kitapları üzerind eyürümelidir. yazılanları onun harflerine bakaraz okuyabiliriz ve bir ülke onunkitabnın bir yaprağıdır. demek ki doğanın kitabındaki yapraklar çevrilmelidir"

Paracelsus
(1494-1541)

24 Aralık 2010 Cuma

Şans Şiirinin Dayanılmaz Çekiciliği

1
Guillaume Apollinaire; yaklaşık 100 yıl önce günlük gazetelerin, reklâmların parçalı havasının yeni şiirin yazılmasında oynayacağı rolün altını çiziyordu. Fırtınanın çıkması çokta uzun sürmedi, Picasso ve Braque plastik sanatlarda, Gaudi mimari de( Park Güell’ın dış cephesini oluşturan mozaiklerde) kolaj tekniğinin öncüsü oldular. Kolaj ile şansın enerjisi, keskin ve yepyeni imgesel fırtınalara yol açıyordu.

Apollinaire; 1917 yılında Tiresias’ın Memeleri adlı oyununu tarif etmek için Sürrealist kavramını kullandı ve o dönem kuşkusuz tarihe sadece Sovyet Devrimiyle değil Dada’nın yarattığı devrim ile de geçti. Dada; ilk Dünya Savaşının yarattığı çöküşe, yükselen milliyetçilik bataklığına ve burjuva toplum değerlerine karşı birleşmiş sanatsal bir devrimdi. Ve kolaj da Dada’nın şiire ve edebiyata taşıdığı en devrimci silahtır. O silah başta Sürrealistler olmak üzere, devamcısı avangart gelenekçe (Cobra, Lettristler, Sitüasyonist Enternasyonal) yetkinleştirilecektir.

Kolaj sanatı; Comte de Lautréamont’un deyişiyle ‘herkesçe yazılacak şiirin’ magmasını oluşturdu; bir şans hayaleti olarak. Yüz yıldan beri bu hayalet hala sarsıcı, güçlü; geri dönüşlü.

2
Nietzsche felsefesi genelde yanlış bir tanıma olarak nihilizm kavramı ile bağdaştırılır. Oysa Deleuze’ün okumasıyla hayatı ve neşeyi savunan Nietzsche’ye geri döneriz. Neşeye giden yol tesadüflerin, olasılıkların ve olağanüstünün bahçelerinden geçer. Bu okumayla kolajın ve onun şiirden görsel sanatlara, küresel kültürümüzün yüz yıllındaki damgasına tekrardan bakmakta fayda var.

Kolajın güleç yüzü yaşadığımız travmatik gerçekliğe neşe ile bakmaya ve onun simgesel düzlemdeki varlığına karşı alternatif evrenler yaratmaya tahrik eder. Sözcükler ve imgeler birilerinin onları içine kilitlediği formlardan kurtulmalı ve yeni özgür formların döl bereketini sağlamalıdır. Ki rastlantının gizil gücü bizi bir şiirden, imgeden yola çıkıp; yoldan geçen insana bizi âşık edebilecek bir fırtına yaratsın!

3
Ece Ayhan’ın Ortodoksluklar kitabında kullandığı ve sevgili Enis Batur’un Tahta Troya’ da yapı-çözümünü yaptığı şiir, kuşkusuz büyük bir öncü atılıma işaret eder. Ece; yapıtı için kendi şahsına münhasır dile sahip üç kitabın rastlantısal değil, delişmen bir kurgu içinde kolajını yapar. Ece’nin etikçi-politik yanı, şans sanatından öne çıkar.

Özellikle 90 yıllarda post modern kültürel ilkimin sağladığı bazı avantajlar, yeni dergiler, tartışmalar, internetin açtığı yeni imkânlarla şiirimiz köklü olarak deneysel arayışlara kapısını aralamıştır. Bu tarihten sonra kolaj, görsel ve buluntu şiirin, Türk şiirinde oldukça yoğun kullanımlarına şahit olduk. Ama 60–70 sene ötelenmiş, bir nevi sansürlenmiş bir şafağın geç doğumudur yaşanan. Ülkenin özgül şartlarıyla buluşturulup, kalıba dökülmüş toplumcu gerçekçilikten dolayı verilen kayıplar, yitirilen yıllar, beklenen hesap yoğundur.

4
Tuncay Takmaz; kendine has bir üslup geliştirmiş, naif imgeyi düş harcına karıştırmış, şimdiden usta bir ressam. Sanat uğraşı hep böyledir; formlar yetmez sözcüklere, notalara ya da hareketli görüntüye doğru firar eder imge. Takmaz da birçok uğraşın yanında şiire de yoğunlaşmaya çalışmış, kitaplar çıkarmış bir yaratıcı.

Takmaz’ın son şiir dosyası Leylek Kırmızısı, kendisine gönderilen birkaç kitabın satır satır kesilmesiyle oluşturulmuş; bir kolaj şiir kitabı. Şans sanatına yaslanarak ortaya güçlü imgeler çıkmış. Takmaz’ın dosya için uygun olabilecek, kolajlanmaya müsait imgeler taşıyan kitapları seçmemesi; malzemeyi de sürprize bırakması cüretkâr bir deneme. Ortaya çıkan sonuçlar yer yer çok sıkı bir imgeye yol almışlar; zaten şans sanatı ile oluşturulmuş bir şiirden genel geçer kalıplar dahilinde sonuç beklemek bir yanılsama olur. Denemek- deneye cüret etmektir; asıl olan (ben de kolajlayarak aktarıyorum):

makine bir kelebek yapmazsa
küçük bir kare çekeceğim
asılacak geçmişin mukozasına...

uğursuz bir köpek gibi
mektup kutuma indi
yazmak için hür olmayı öneren
ölü bir hayvan çıktı…

bense senin canavarlarına dönüşüyorum giderek
yeni bir dinin hazırlığı içindeyim
boyum üç metreye ulaştı
raks ediyor melekler
şeytanlar akşama yemek hazırlıyor…

Şiir uğraşı, yaşamın ve gerçeğin en gizli geçitlerine ulaşma çabasıdır. Bu yüzden deneysel olmayan, denemeyi göze almayan bir şiirden; bence bahsedilemez. Her şeyin piyasa koşullarına, tüketici beklentisi denen şeylere endekslendiği günümüzde, şiir ya cüretkâr olacaktır ya da yok olacaktır!

Rafet Arslan

Ekim-Kasım/ 2010
(İzmir-İstanbul)

Tanguy ya da mimari lanetler






arzunun çölleştirdiği boş uzamda, zamanının kısa devre yaptığı loş uzay boyu hayaletler...

yenilgi..

"Sonunda canına tak dedi bu eski dünya"
Guillaume APOLLINAIRE

21 Aralık 2010 Salı

1 Kuşun Unutulmuş Rüyası


titrek ellerin sonbaharı guguklu saat
uzun parmakların şuuraltı yolları: anahtar!
çan seslerinden uyuyamayan çocukların
içsel gözyaşlarına karışan kuyruklu yıldızlar
tren raylarına gizlenmiş, küçük, sivri, dikenli meme ucu,
zamanı doğrudan silen bir salgı.

anılara doğru arkeolojik bir kazı,
bilinç uçurumlarında travmatik dönüşler
ve geceleri uyuyamıyor, sancı.
anlardan aşırdığım tüm sözcüklerden utanmalı mıyım?
ama sahil, usulca uzanıyor ufkumda
kulaklarım uğulduyor rüyadan kalma tam tam sesleri
ve pençeleşen erkek eller.

uzayı kaplayan görünmeyen nesnelerden sızan sıkıntı,
denizin parıltısına karışıyor…

delirmekten korkuyorum.

Bay Perşembe

30 Haziran 2010(bıkkın Moda)

13 Aralık 2010 Pazartesi

Hissin Ölümü-1


Gerçeğin kalıntı insanın bir artığa dönüştüğü bir süreçtir. Gerçekliğin kaybının ağır sonucu; deneyimin gündelik hayattan dışlanmasıdır; kuşkusuz. Şairlerin, kahinlerin, maceracıların deli ilan edildiği, konformizmin hapislerine tıkıldığı bir etik bir sefalet halidir.

Hissin ölümünün yaşandığı dünya aşkın utanılacak bir değer, şiirin gereksiz laf yığını olarak ele alındığı tüketim ve teknoloji merkezli bir dünyadır. Doğal olarak oluşan boşluğun yerine pornografi ve şiddeti ikame edecektir.

Hissin ölümüne karşı çıkılacak yol deneyimden geçecektir. Fakat yaşanacak olan, klasik modern bireyin angst halini, rasyonalizmini, ahlaki tutarsızlıklarını aşmaya çalışan bir sınır ihlali deneyimi. Toplumsal bir dönüşüm ihtimalinin sonsuz bir tatile gönderildiği bir tarihsizlik döneminde; içine kapanık, olabildiğinde değişken-geçişken-akışkan, küçük topluluklardaki dönüşümleri merkeze alma çabası. Yeni olasılıkları, heyecanları, arzuları gün ışığına çıkaracak radikal bir mikro-cosmos’lar oluşturmak için.

Klasik anarşist ya da sosyalist komünalizmlerin ötesinde yeni bir meta-politika. Eko-politikanın bir çeşit primitivizm savunusu püritenliğe dönüştüğü post-modern dünyada teknolojinin tutku dünyamızı tetikleyen, gerçeklikte yeni kapılar açan olanaklarıyla barışık olarak. Ballard daha 60’ların başında Ralph Nader’ı hedef tahtasına cesurca yerleştirip, gelişecek eko-püritenliğe karşı çıkmıştı. Survivor eğitimli devrimcilerin teknolojiye düşmanlığına dikkat!

Uygarlığı ilkelliğe dönme adına yıkma çağrıları, hissin ölümünün vahim bir oto-portresidir.

10 Aralık 2010 Cuma

Dali/Maldoror






Les Chants de Maldoror
Salvador Dali-1933

ps:http://www.gutenberg.org/ebooks/12005

28 Kasım 2010 Pazar

kadıköy'ün en güzel binası yanarken, suskunlaşıyor hayat


toplu bilinçaltımızda, hafızamızda gündeliğin gri diktasını kıran, birlik ve yaşama nefes veren bir 'yapı'ya kast edilmiştir. neşeli yollara, arayışlara köprüdür.

güneşin ışıklarından sabahın kızıllığına kara, martı çığlıkları ile çınlayan,... Kadıköy'ün maynetik alanlarının merkezinde, yana yakıla olanca heybetiyle dikilir Haydarpaşa yapısı-yapıtı.

bizim diyebileceğimiz bir avuç binadan biri. bizim Haydarpaşamız!

13 Kasım 2010 Cumartesi

Duygusal Provakasyon- 16 Kasım Performans

El bombalı okul çocuklarının, kozmosta kaybolmuş astronotların, medyum mezarlarının, lekesiz gebeliklerin kara şafağındayız.


1 konser mi? -Hayır

1 performans mı? -Hayır

1 İşitsel - görsel şölen mi? -Hayır;

Sadece ilkel benliğimize, çıplak bir yolculuk! Sonsuz acılarımızı, sonsuz öfkelerimizi, sonsuz umutsuzluklarımızı haykırmak için bir sahne; sadece.

Ayarsız, kuralsız ve leş.

Gerisi, gece ve terör...



16 kasım-salı- 2010

Peyote/Duygusal Prokavasyon

http://www.peyote.com.tr/v2/

http://duygusalprovokasyon.tumblr.com/


Duygusal Provakasyon

anlatıcı / rafet arslan

elektronik sesler,gitar / bora şimşek

elektronik sesler, bas gitar / can tan

davullar, ziller, akustik sesler / sedat türkantoz

2 Kasım 2010 Salı

ressamın kehaneti



sonsuz gül, ay ve güneşin birleşik ışığı ve kozasından yeniden doğan kelebek.
sır açıklanmaz, sadece şiirsel benzetmeler de gözükükebilir.

aynaların içinden

ormanın türküsünden

gecenin yaban düşüncesinden

tomurcuklanır.

filozofun işi hep zor
yol dolambaçlı ve sarp

ve
sır açıklanamaz
uzak ----

22 Ekim 2010 Cuma

karanlık arzular







Van Maele (1863-1926)
poe, diderot, verlaine, conan doyle, h.g. wells kitaplarına illüstrasyon yapan radikal bir kalem.
sürrealizmin şaşırtıcı öncülerinden. karanlık arzulara açılması ile psikanalizi önceleyen bir imgeci.

15 Ekim 2010 Cuma

olmayınca olmuyor hayat


her zaman dipte olmanın belki de tek avantajı, yaşadığına tamamen yabancılaşmandır. bir şey olur, seni de içine katar, sürükler, içerir; haberin olmaz.

öfke bile duyamazsın artık, algı eşiğin düşmüştür; acı eşiğinin sayacı patlamıştır; çoktan. oysa daha bunun bir eşik altında, öfkelenebilirdin insana, hayata, dünyaya...

hissin ölümü üstüne düşünüp, yazıp ve git gide hissiz kalmak. trejedimiz bu olsa gerek. yapabileceğin şeyleri yapmamak, çünkü bunlarda anlam bulamamak, yeterici sevememek, yeterince hissedememek, yeterince öfkelenememek, heyecanlanamamak; durgunlaşmak yaşama.

saçmalamak, saçmalığın bir parçası olmak, anlamsızlaşmak, anlamsızlıktan kaçamamak. durmak ve bakmak uzaya, boşu boşuna. umuttan uzaklaşmak, en kötüsü umutsuzluğa alışmak, akışa alışmak, karışmak, kendini dışarda bırakacak kadar, kaybolmak.

alansızlaşmak,alanla bağını bırakmak, mekanda soyutlanmak, köke sahip olamamak, evsizlik. hiçliğe bile bilişsel bir anlam verememek, boşluğa karşı hissizleşmek, sonsuzluktan uzaklaşmak.

hevessizlk, iştahsizlık,uykusuzluk, keyfin tözünü kaymetmek. sessizlikten rahatsız olmak, hep bir ses aramak, uguldamak, ugultudan irite olmak ve yine saçmalamak.

günden kaçmak, günü yaşamamak, geceye sığınmak, yalnızlığı aramak, yalnızlığa alışamamak, boğulmak; akışa teslim olmak. intikamı unutmak, nefretten uzaklaşmak, boşvermek, sineye çekmek, 31 çekmek; kendini çekememek.

uğraşmak-didinmek, uğraştığını sanıp sonuç alamamak, sonuç alamamak sonucun ne olduğunu unutmak, hissizleşmek ve kaybetmek ağır ağır benliğini. gülememek, ağlayamamak, vuramamak, dayak yiyememek; eziyete uyum göstermek.

anlaşılmamak, alımlanmamak, görmezden gelinmek, önemsenmemek, önemsizleşmek, umursanmamak, umursamamak, tepki vermemek,unut gitsin demek, sineye çekmek,denge kaybı, dişlerini ve tırnaklarını yitirmek.

gelişe alışmak, gideceği yer olmadığına alışmak, yoksunluğa alışmak, rasyoneliteye teslimiyet,rastlantısızlık. havasızlık, nefesin kaybı,insanların kaybı, gidenleri unutmak, uyutmak hep kendini ve vakitsiz bir boğulma hissi.

ve yazamamak
ve susmak hiçe.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Godard Kadınlarına



Yaprakları günün ve pembe şarabın köpüğü
Rüzgarın sazları, kokulu gülücükler
Işık dünyasını saran kanatlar
Gökyüzü ve deniz yüklü gemiler
Gürültü avcıları ve renk kaynakları...

Eluard

12 Ekim 2010 Salı

zamansız

yer-siz bir cümle fena halde ütopyayı tınlar. olumsuzluk eki 'u' ile 'topos'un birleşme formülü T.More ile başladı. kavramın ingilizceye telafuz denemelerinden kuşkusuz ilk akla geleni W. Morris'in 'nowhere' tabiri.
yer-siz bir cümle doğal olarak, yasa dahildir, tarihteki konumu ise zamansızlıktır.
zamansızlık içinde hep bir an olasılığı taşır...

sadece öksürük şurubuyla dinleyebileceğimiz şarkılar..

yokbirşey..

geri, gerisin geri, dibi.

çevremizde kaç hayalet diye sordu ş.e, ki bu bana hatırlattı 'biz diye birşeyyok' dediğini onston'un.

ama onston'un bir listesi var gemi listesi değil ama, oturup içebileceğimiz, sarılabileceğimiz bir liste ve ne yazık oldukça tenha: portishead, björk, röyksopp, radiohead...

ve dünya kaldırabileceğimizden gaddardı, sadece öksürük şurubu iyi gelebilirdi bu yalancı paylaşımlara, çoşkun halaylara.

kayıp dünyalar vardı hatırladığım, Roma'dan beri boğazımıza düğümlü pranga, 1 bakışla kesili sözcükler vardı ve yalan vedalar.

şimdi gecenin yarasalara evrildiği bu dönemeçte, bizim dışımızda herkes 'sukut suiksatlarından' yakınacaktı. yaşam bir Godard filmi değildi- ki hiç olmadı- boşverelim herşeyi; sadece içelim olmayan anlara, bisiklet gidonlarına,yazılabilecek ve yazılası her ana.

dünya yanarken bir gemi talep ederse kutsal birisi, diyeceğiz ki ona insandan gayrı hepisi.

şimdi reklamları izlediğiniz sayın seyirciler; bundan sonra ekranınızı kapatabilir, yada yalanları izlemeyi seçebilirsiniz.

10 Ekim 2010 Pazar

uzaklara...

düşlerin yorumu

geceleri uyuyamıyordum, gündüzlere ise hardcore düşler karışıyordu. imgeme bir tohum düşmüştü, gerisi belki de gebelikti. rüyalar, uyurgezerler,kara basanlar toplamında, bir kitap büyütmeye başladı erkek bedenim.
ve bunu anlayamaycaklarla, sanırım hiç barışamayacaktık.
rüyalar varsa, üstünekonuşulaca çok şey var, çok şe...y var.
önce bir bisiklet bulmalıyız sonsuza ve bir nefes sualtında. gerisi, geleceğin tarihi...
(bekleyiniz)

6 Ekim 2010 Çarşamba

funny time of year

Kara meleklerin dansı…

Tanrı’nın varlığı değilse ya sorun, karşı olunacak, ona karşı insana yanaşılacak bir Tanrı varsa karşımızda. Camus’tan çok Jung; denizlere karşı blok kayaysa. Kirli, aciz, karanlık, elleri eksik geceye bir Tanrı…
(sağır, şarkı dinleyemez; evrenin tüm türküsünü zikredemez)


Kötü meleklerin kabininde…

Sen sadece bir melakesin, şeytan ile yıkanmış. Gece ilerliyor, dj kabini yüklü ve XTC. Biliyorum-lütfen bana anlatma İskoçların kötü talihini bir tren yolu güzergâhında. Ya da Beçika’nın bir Magritte fırça darbesi ile bölünen gündüz-gecesi.
(gece heyelan kokuyor, aldırma burası Kadıköy’dür, kapalı olsa da ifşadadır her logar kapağı)


Kara meleklerin asansöründe…

Bana kanatlar vermelisin geceyi aşmak için. Sen hem ilksen hem de sonuncuysan, hem azize hem de fahişeysen. Kuş başlı bir adam gecenin örtüsünü kaldırdı ve yıkıldı tüm sofrası Dionysos’un. Ben inci kapılarında olduğumda.
(en az ben kadar, sen bir başkasıysan ve kendini gizlemeden, doğmadan önce öğrendiğin lisan ile konuşuyorsan)


Kötü melekler ile baş başa…

Ben bir çıkmaz sokak isem; ancak her gidişte, ölüşte legalleşebilirim. Şimdi her ne olursa olsun, korkmayacağım. Ruhumun tüm yükünü attım, şimdi uzakta zaman, bir video- kasetin içine sızmış. Gölgelerimiz yittiğinde sadece olabileceğimiz benliklerimizle. Şimdi hepsini unutabilirsin.
(Moda’dan Kaşe Markete uzanan bir yılan boyunca, etrafı saran dost köpek çetelerinin eşliğiyle)

Kara meleklerin aksak ritmi…

Tüm kelimeleri unuttum, bir sabah rüyadan gözümü açtığımda. Tüm evren boşluktu ve tüm anlamları sanki ben vermiştim. İnandığım, inanacağım hiçbir şey yoktu. Kendi içine kapalı bilmeceler yazdım, unuttuğum ya da hiç dinlemediğim şarkılardan. Tanrı koca bir boşluktu, bu saçma dünyayı yaratan ve bizi boğmaya çalışan.

(Moğolistan’da çok eski bir savaş, bilmediğim 1 paralel evrende devam ediyordu ve yenikti hep şarkıların elleri, solgun bir sonbahardı; yekti)



Kötü meleklerin bilmecesi…

Kehanetin basit sözcükleri, terk ettiğimiz ve unuttuğumuz görkem. Yerin altından dumanların süzüldüğü kesitte gerçeğin diliyle konuşan bir kör kadın. O zaman köprü yoktu, kadın hiç resim yapmamıştır ve ölecek dediklerinden sağ kalan, hiç olmamıştır!
(suskun bir sabah kaybolmak ve bulamamak. Tanrı’nın tüm eksik sözleri üzerime yürüyor; ansızın. Kadıköy’de sırılsıklam kalmak hiç yağmur yağmaksızın.)

Kara meleklerin önbilicisi…

Aranacak bir yarın yoktu; hüzünle oturdum rüzgârın tüm seslerini toplamış bir koltuğa. Kelimeleri bulmaya çalıştık ama zaman yetmiyordu varlığın o koca boşluğuna, kelimeleri açıklamak ne kadar boşsa, ben inanamazdım hiçbir yalana, kendimde içindir.

Ancak; hiçbir şey için varız!
(devam ediyor her şey, umarsızca ve benim hiçbir noktalama şansım yok. Show devam ediyor, eksik ve yanlış bir Tanrı’nın kuklası olmaktan nefret ediyorum)


Kötü meleklerin dansı…

Senin limanında çok küçük, ama okyanus kadar engin; bu yüzden kelimelerle anlatmak imkânsız. Bir savaş oluyor kalbim ile bedenim arasında ve ruh susuyor; uzun uzun.

Her şeyi yazdıran Tanrı değil, bir ışık. Baba’nın adı değil, dişil güç; sadece.
(eksik gece aciz bir sabah doğurdu ve biz sustuk

bay perşembe

3 Ekim 2010 Pazar

kaçıncı boğa burcunda kurban edilmiş?


ruh mu köksüz, yoksa beden mi? uzun uzun düşündüm. bu dünya bizi atmak istiyordu ve biz nedensizce direniyorduk.
gerçeklik bu neyine karşı çıkıcan, her an yokomaktasın, her an çürüyorsun, her an yaşamı dileniyorsun; yoksun.
yok bunun cebiri; hastasın....

1 Ekim 2010 Cuma

6 Eylül 2010 Pazartesi

CV

Online olarak hayatını sürdüren
kendi çapında inşaat ve cinayet şehirciliği
mükemmeliyetçi takım arkadaşı filoloji
deliliğini tecil ettirmiş iyi derecede gözlem ve algı
hedef kitleye yönelik içerik kaslı
yazılı ifadesi iyi ve dilbilgisine hakim etobur
disiplinli emir kulu marka bağımlısı
insan ilişkilerinde başarılı yamyam egzersizli
yaratıcı ve mükemmeliyetçi takım arkadaşı
gladyatör arenasında bekleniyor
amin!

29 Ağustos 2010 Pazar

sergi:Düşünce Suça Dönüşünce


belli bir konsepte dahil politik farklı bir sergi olmadan Toplum Düşmanı ile mi, biennallerin 2010'ların ışıltısı ile yılı kapatıcaz derken, sonbahar sezonu iddaı gözüken bir sergi ile açılıyor.

gerçekçi ol imkansızı iste- sergisinden beri toplu bir sergiye imza atmayan Halil Altındere kalabalık bir ekip ile Düşünce Suça Dönüşünce sergisine imza atıyor. bir önceki sergide başlık ile işler arasında bağlam kuramama sorunu vardı ve ayrıca 3-4 çalışma dışında zayıf bir sergiydi; bu seferki sergi benim için bir merak konusu.

Hafriyat Karaköy'ün kapanması ardından 4-5 Hafriyat sanatçısını yan yana getiren ekipte Free Check,seni öldüreceğim için çok üzgünüm gibi geçmişte Altındere'nin imza attığı ses geitren sergilerde yer alan önemli isimler var. ben özellikle son yıllarda dikkat ile izlediğim Nilbar Güneş'in çalışmasını merak etmekteyim

ekip:
.-_-. , Gülçin Aksoy, Nevin Aladağ, Hüseyin Alptekin, Anti-pop, Burak Arıkan, Caner Aslan, Volkan Aslan, Atılkunst, Vahap Avşar, Tufan Baltalar, Ramazan Bayrakoğlu, Bashir Borlakov, Canan, Aslı Çavuşoğlu, Burak Delier, Mehmet Dere, Ersan Deveci, Nazım Hikmet Dikbaş, Elçin Ekinci, Gökçe Erhan, İnci Furni, Murat Gök, Deniz Gül, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, Nilbar Güreş, Altan Gürman, Hakan Gürsoytrak, Hazavuzu, iç mihrak, Gözde İlkin, Berat Işık, Gülsün Karamustafa, Ali Kazma, Levent Kunt, Can Kurucu, Ali Miharbi, Ahmet Öğüt, Suat Öğüt, Serkan Özkaya, Şener Özmen, İz Öztat, Nejat Satı, Erinç Seymen, Cengiz Tekin, İrem Tok, Nasan Tur, Nalan Yırtmaç.

link:
http://www.depoistanbul.net/tr/activites_detail.asp?ac=37

bilimkurgu ödevi


Yıkımın sonbaharında kemik sergileri, galerilerden boşalmış amık salgısal. Yeni bir silah üretimi, yıkımın ezberi, tüm dünyayı kavuracak, yakacak bir kıyam…
1 bk ödevi…yeni bin yıl için, cinsel organlar.

Bir hastane odası ya da tabut, akademik referans ya da çevirmen yam yam bilinci.
Ki bizi kör etti bu evrende yalnızlık. yeni uzaylar aradık, çeviribilim ödevlerinde. Sahnenin üstünde ağır metal, izlenebilcek 1 gelecek ve kayıp humma…
Benim varlığım ruhsaldır, benden araçsal bir bekleme; gelmez…

15 Ağustos 2010 Pazar

izmir, ölü zaman, votka-limonata...

karanlık KSK. sessiz ve durgun ve sanırım mahçup bir pazargecesi.Röyksoop, capy limonata, uludağ gazoz-az-,votka, buz...
ölü zamanın fresklerini inceliyorum; usul..
ve yazacak ve ertelenmiş ve belirsiz ne çok şey var gecede.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Playlist 5


Gloria/Pattie Smith

Her an ölümle sınandığımızı düşün… bir kütle sol tarafta büyüyor, sıcak, nefessiz sıcak, koahı astımı boğan sıcak.
Cehennemden devşirilen. Kütle…

Her an ölümle sınandığımı düşünürken, Pati Smith neredeyse insan olduğunu duyumsatıyor bana, ürperiyorum. 1976 kaydı o vokal ne kadar da kaltak, sokarım sizin şarkı söylemenize, alın size yapı-bozum diye inleyen-kükreyen-kekeleyen-devleşen kadın… özgürlük bir rüzgar olarak hissedilebiliniyor, sanki o an tüm bayraklar dürülmemiş, tüm tersanelerimize girilmemiş.

Sonra yıllar yıllar geçmiş Kurt Cobain’den cover’lıyor, ne kadar usul usul söylüyor, ne kadar duru, vakur. Ölülerini sırtlamış nefesine, karanlıktan bir umutsuzluk çıkarmamış. Durun öyle özgürlük ateşi sönmez, en azından ben hala buradayım sizin ozanınız ve hala ayaktayım diyor; lütfen sakin!

Büyük Marmara Depremini bu gece bekliyorum, küre kendi sonunun kazılı olduğu senaryoyu kusursuz uyguluyor. Rusya’da kuraklık, Pakistan da seller, ABD’de hortumlar…
İnsanlar gündelik yalan siyasetine, paparazziye, ete, hiçe izole. Kıyameti bir sözcük olarak bile kavramaktan uzaklar.

Ama biz yıkımın has bekçileriyiz, küreye dağılmış bir avuç deliyiz; sonsuzluğun nabzını tutmaya çabalayan. Patlasın tüm volkanlar, uçursun tüm kasırgalar, tsunami ve yıkımın en açık her lehçesi. Yeni bir dünya kurulacak ve o insanın olmayacak. Devletsiz yeni dünya harbi, yıkımın cebirinde filizlenecek yeni evrim…OnstOn şimdiden gemiye alınacak canlıları seçmeye girişti, P.L. ise elinde fişek kızgın sıcağın altında sabotaj beklemekte. Yıkımın havi fişeleri…
Ve her an ölümle sınadığımızı düşün!

İşte tüm bu sıcak ve karmaşanın ortasında 10 dakika da olsa varlığımı kutsuyorum, ona bu sunağı veren evrenin göz bebekleri önünde. Hatta birkaç dakikalığına insan gibi hissediyorum kendimi, sadece Pati Smith’in sayesinde…

Son gerçek şair!

14.8.2010-KSK

10 Ağustos 2010 Salı

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Erekte Şiir Manifestosu 4 – Şiirin Tüm Formlarını Aramak




Erekte şiir, düşünsel ve dilsel bir şiddet yaratma uğraşı olarak ortaya çıkmıştı. Ülkemizde üretildiği şekliyle şiir sadece ‘şair cemaati’ içinde okunan, onun dışındaki insanlardan ıraklaştırılmış bir tekrar şablonuna dönüşmüştür. Ödül çılgınlığı, defin yıllıkları, ahbap çavuş ilişkileri dışında; deneye, sokağa, hayata ve yaşayan ruha kapanmış bir oligarşik yapı. Bu düzenek içinde şiir bir çeşit bitkisel hayata mahkum edilmeye çalışmıştır.

Deneyci olduğunu söyleyenler bile kendi nüfus alanlarını yaratıp, takipçilerin izleyeceği kalın çizgili şablonlar üretip duruyorlar. Erekte Şiir deneyimleri bu koşullarda, yaklaşık 2,5 yıl önce başladı. Deneyimleme- diyorum, çünkü bizlerin 21. yüzyıl başında hayata geçirdiği birçok şey, farklı formlarla uzun yıllar önce küre de hayata geçirilmişti.

Fakat bu topraklarda tarihsel avangart’ın hiç yaşanmadığını ve edebiyatın köşe tutucularının yıllarca Dada’yı, Sürrealizm’i yok sayması yanında; deneysel şiir uğraşının toplumculuğa ve gerçekçiliğe düşman, hastalıklı küçük burjuva eğilimleri ilan edilip ötelendiğini hatırlayalım. Ece Ayhan o süreçteki toplumcu-gerçekçi sansürü tüm çıplaklığıyla anlatmıştır. Bu yüzden deneyimlemeliyiz, Amerika’yı yeniden keşfetmek için değil, geçmişin devrimci hafızasını ruhlarımızda canlandırmak için.

İlk Erekte Şiir Manifestosu, düşünsel şiddetin otomatizmine yeniden dönüş ve dilsel bir kırılma arayışıdır; kalemle kağıda yazılmıştır; Sürrealist hareket ve kökleriyle ilişki içindedir. Temel amacı şiiri hayata yeniden kazanmaktır (ya da şiiri yeniden kazanmak), ama ağırlıklı olarak alternatif okuma ağları üzerinden ilerlemiştir (fanzin, bildiri, blog, mail ağları vb.)

İkinci Erekte Şiir Manifestosu, şiirin basılı kağıttan kurtarma çabasının izdüşümüdür, sokağı bir sunum-eylem alanı olarak ele alır; yazıldığı dönemde hayata geçirdiğimiz Sitüasyonist pratikle paraleldir.


3. Erekte Şiir Manifestosu, kolajın tarihine yönelik bir zamanda yolculuk ile başlar ve bu güne dair bir somut şiir(-kolaj) dilini yoklar. Sonuçta her erekte şiir manifestosu kanlı-canlı yaşanan pratik süreçlerin ifadesi olmuş ve yaşanan bir deneyim üzerinden biçimlenmiştir. Bu deneyimler sadece kâğıt, sadece siberuzay, sadece sokakla sınırlandırılamaz.

Radikal öznellik için yüceltilecek hiçbir kavram yok; sokakta mekan, fanzin de dergi kadar nefessiz-içine kapalı olabilir, asıl olan araçlar değil niyettir. Şiirin öncelikle hayata dönmesi çabasına girişmek ve yeniden şiirin hâkimiyetinde bir dünya ütopyasını bağlı kalmak; her şeyden önce ruhumuza sarılmak…

Sistemin sürekli ikili tercih sistemleri-rol modelleri dayattığının daha önce altını çizmiştik. Dergi mi fanzin mi? Sokak mı mekan mı? Kağıt mı ses mi?… ayrımlarına karşı Donnie Darko refleksi ile karşılık vermeliyiz. Hayatta sadece sevgi ve nefret yok!

Ses ile can verilen şiirin ses kaydının dolaşıma girmesi, basılı mecmuada yer alması aynı şey değil midir? Peki bir sergi alanına şiir girebilir mi? Brecht’in teknik ile ilgili çözümlemesine geri dönmekte fayda var. Asıl sorun şiirin nasıl paylaşıldığı, sokağa inip-inmediği değil; hayatın içine geri dönmesi, kazandırılmasıdır. Şiir sadece kolaj ya da sokağın sanatı araçları ile form değiştirmeyecektir. Video olarak, obje olarak, happening, ses-gürültü-müzik olarak da kendini somutlaştırmıştır ve bu günün teknik imkanları ile de yola devam etmelidir.

Yeni bir Erekte Şiir Manifesto denemesi de tanık olduğumuz-deneyimlediğimiz-eylediğimiz pratik çabaların bir sonucu ve ifadesi olacaktır.

büyük kült kitap nihayet memleketimizde, afiyetle yiyin!


Uçan Spagetti Canavarının Kutsal Kitabı
6:45 yayın etiketiyle...

Şebeke 3 online


http://sebekefanzin.blogspot.com/2010/08/sebeke-fanzin-3.html

3 Ağustos 2010 Salı

Blok 1


dün
haşhaşi 02 okudum. nedense kemal suat angı'nın metni bende şiddetle salata yapma isteği uyandırdı. özellikle soğanı şevkatle soyup, hassas doğradım. rokalar, ıslak rokalar ile ilgilenmek entellektüel faaaliyetten hoş geldi.
25 karede yazarken okunuyordu ama?
bu gün
sabah kahvaltısından önce Otto Muehl'in Sodoma filmine baktım.ifadesizdi tepkim, iştahımda açılmadı. ama talep ettiğim peynirli-biberli omlet güzel yapılmıştı, keyifliydim. şu terleme nöbetleri de olmasa...
dün
beni kasan bir kaç Antionini filmi, bir Godard filmi sayabilirim. ama Fellini'nin sirklerin, gemilerin ve kadınların Fellini'sinin filminde uykuyu tercih ettiğim için yerinmelimiyim?
kadınlar şehri'ni 1,5 saat izleyip, uyku provaları. rakı 3 kadehten sonra içilmiyor, sıcak ötesi bir iklim.
bu gün
sabah kalkmak facebook'a comment seçip yazmak, twitter'a ısınma çabaları felan. ekrana esir oluşuz, yada ekranı kendi Narkisos aynamız yapmışız haberimiz yok. ekrana karşı dikkat!
kadın çocukmusun -dedi, hemen delimisin -diye düzeltti.
ve bu işte Vonnegout'un hiçbir suçu yoktu.müzik yoktu ama omlet çok lezzetliydi.
gidenin yolu açok olsun, yeni oyunlarla sürer hep hayat sevgili Federico Fellini..

29 Temmuz 2010 Perşembe

25 Temmuz 2010 Pazar

The Carny


sessizlik ezgisi...

16 Temmuz 2010 Cuma

boşluk



sokak şirii Perşembe, foto ZY

11 Temmuz 2010 Pazar

Ballard'la Söyleşi

Derleyen ve Çeviren: Elif Çopuroğlu
“Bu bizim yaşadığımız dünya işte; insanlar bedava park edebilmek uğruna bomba patlatıyorlar. Ya da belki hiç nedensizce. Hepimiz sıkılıyoruz, ümitsizce sıkılıyoruz. Bir oyun odasında aşırı uzun süre bırakılmış çocuklar gibiyiz. Bir süre sonra oyuncaklarımızı kırmak zorunda kalıyoruz. Hatta en sevdiklerimizi bile. İnandığımız hiçbir şey yok.”

J.G. Ballard’a neden ‘Shepperton’lı Kahin’ lakabının yakıştırıldığını anlamak hiç de zor olmasa gerek. İlk önemli romanı The Drowned World, küresel ısınma ve Kyoto Anlaşması’nın kamu bilincine intikal etmesinden on yıllar önce ekolojik bir felaketin içerimlerini keşfe çıkmıştı. Daha sonra, meşhur kolaj romanı The Atrocity Exhibition’da Ballard, Ronald Reagan’ın Hollywood kovboyluğundan ABD başkanlığına yükselişini tahmin etti. Prenses Diana’nın 1997’de Paris’te bir altgeçitte ölümünün parametreleri bile Crash’te [Çarpışma] bir dereceye kadar çizilmişti.
Salman Rüşdi’nin zamanında belirttiği gibi, Diana’nın yaşamının romanvari doğası, sandığımız gibi bir peri masalı değil, Ballard’ın yirmi beş yıl önce yazdığı gibi pornografik bir seks, ölüm ve şöhret masalıydı.

Ballard, 18. romanı Millenium People’ın [Milenyum İnsanları] da yayımlanmasıyla önceleme gücünü bir kez daha göstermiş oldu: anti-terörist güçler Şubat 2003’te Heathrow Havaalanı’na akın ettiğinde Ballard kendi kentsel terörizm yapıtına, Heathrow Havaalanı’nın 2 No’lu Terminali’nde patlayan bir bombayla açılan romanına, son rötuşları yapıyordu. Ve geçtiğimiz aylarda, daha eserin yayımlandığı üçüncü yıl dolmadan, Londra şehrinin merkezi iki hafta arayla arka arkaya bombalı saldırıların hedefi oldu.
Peki Ballard’ın bu apaçık uzgörüsünü nereye çekeceğiz? Öngörüleri kehanetten mi doğuyor, yoksa başka bir şeyin mi ürünü bunlar?

Ballard’ın yapıtlarına başka ve daha dünyevi bir yaklaşım da, onları, çağdaş kültürü tüm absürdlükleri ve bayağılıkları içinde, uzun süreli yakın okuma alıştırmaları olarak görmekten geçiyor. Son elli yıldır Ballard’ın fark gözetmeyen gözü pek bakışı, sıkıntılı modernitemizin sayısız yüzey gerçekliklerine nüfuz etmek ve bu gerçekliklerin bilinçsiz enerjilerinden yararlanmak için sıkı çalışıyor.
H.G. Wells, The Shape of Things’i yayımlayalı yetmiş yıl oldu ama yarım yüzyılı aşkın bir süredir çağdaş gerçekliğimizi kaydeden daha keskin zekalı bir tarih yazıcısı, banliyölerde aramızda yaşıyor. J.G. Ballard’ın gündelik hayatın psikopatolojisine yönelen keskin gözleri, onu asla terk etmedi. Ballard’ın kurgusal dünyasını, duyguları, geçmişi ve ahlaki pusulaları olan karakterler yerine nihilist, fazla uzlaşmış bir tüketim dünyasının anlamsız bir evrende anlam arayan hissiz kazazedeleri mesken tutuyor. Bu, bir biyopsi [teşhis koymak için hastalıklı dokuların incelenmesi] olarak kurgu, ve sonuçları dehşet saçıyor.

Milenyum İnsanları -Cocaine Nights [Kokain Geceleri] ve Super-Cannes [Süper Kent] ile birlikte- bir ideoloji olarak elimizde yalnızca tüketicilik kaldığında neler olabileceğini inceleyen detektif romanları üçlemesinin sonuncusu. “İnsanlar yaşamlarındaki en ahlaki seçimin bir sonraki arabalarının rengi üzerine olduğu gerçeğine çok içerliyor,” diyor Ballard tahripkarca. “Elimizde kalan yalnızca kendi psikopatolojimiz. Bu sahip olduğumuz tek özgürlük -tehlikeli bir durum bu.”
Milenyum İnsanları, Heathrow Havaalanı’na yapılan ve üç kişinin ölümüne neden olan bombalı saldırıyla başlar. Romanın önermesi şudur: “Orta sınıf yeni proleteryadır.” Ballard’ın bir başka gated1 topluluğu olan Chelsea Marina sakinleri, okul ücretlerinden, özel sağlık giderlerinden, gizli vergilerden ve parkmetrelerden o kadar bıkmışlardır ki, toplumsal sorumlulukların ve tüketim kültürünün ‘kendi kendini dayatan yükleri’nden soyunmaya başlarlar. Anlatıcı psikolog David Markham gibi diğerleri de karizmatik çocuk doktoru Richard Gould tarafından orta sınıf metropolünün sembollerine -Ulusal Film Merkezine, BBC’ye, Modern Tate Galerisine- saldırmaya ve sonra da banliyölere yönlendirilirler.

Ama bu orta sınıf isyancıları, kendi ezilmişlik iddialarını kendileri ne kadar ciddiye alıyor? Kitapta, bir noktada, Chelsea Marina sakinlerine sokaklara Japon film yönetmenlerinin isimlerinin verilmesi teklif ediliyor, ama bu fikirden “mülk değerlerinin zarar görebileceği” endişesiyle hemen vazgeçiliyor…

Bu kitap da, Ballard’ın diğer kitapları gibi, sapkın altüst oluşlarla ve huzur kaçıran paradokslarla dolu -“Şiddeti huzur dolu bir gösteriden daha fazla kamçılayan bir şey yoktur” ya da “Eğer hedefin küresel para sistemi ise bir bankaya saldırmazsın. Yanı başındaki Oxfam’a2 saldırırsın,” gibi.
Ballard şu anda olup bitenlerle durmaksızın meşgul olmaya devam ediyor. Kendisinin de belirttiği gibi, yaşlandıkça sol kanada daha çok kayarak hakim trende kafa tutuyor ve güvensizlikle şunları söylüyor: “Tehlikeli bir dönemde yaşadığımızı ve çoğunluğun bu tehlikenin gerçekten de farkında olmadığını düşünüyorum. Onları kaygılandıran yalnızca ilticacılar, kürtaj ya da sübyancılık.

-Milenyum İnsanları’nda Chelsea Marina’daki orta sınıf devriminin “balo mevsiminin son gecesi ve Wimbledon Tenis Turnuvası gibi geleneksel tören takvimindeki kutlamalar” arasındaki yerini alacağını ileri sürüyorsunuz. Eğer devrim kaçınılmaz olarak yeniden ambalajlanacaksa bu bizi nereye götürecek? Sanat, politik bir değişim aracı olabilir mi?

J. G. Ballard: Yeniden ambalajlanan devrimler, her şeyden önce bir medya olayı olan devrimler gibi, düzmece devrimler olmaya meyillidir. 9/11’de Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasının henüz tüketiciye daha cazip gelecek biçimde yeniden ambalajlanmadığının farkındayım. Diğer bir devrim nitelikli olay, J.F. Kennedy suikastı ise medyanın yoğun ilgisi, Zapruder3 filminin hiç durmadan tekrar tekrar gösterilmesi, komplo teorilerinin her yanı sarmasıyla çabucak yatıştırılmıştı. Ama Kennedy zaten duygusal cazibesi en az bir reklam kampanyası kadar inceden inceye hesaplanmış, başlı başına bir medya inşasıydı. Yaşamı da ölümü de tamamiyle kurguydu, neredeyse tamamiyle. Gerçek bir devrim, ki 9/11 bu yoldaydı, her zaman gökyüzünün hiç beklenmedik bir köşesinden kopup gelecektir.

Milenyum İnsanları’ndaki orta sınıf devriminde asıl önemli olan nokta bu devrimin amaçsızlığıydı, başarısız olmasaydı. Zincirlerinden kurtulmak için harcadıkları onca çabaya rağmen devrim hiçbir şey başaramadı ve isyancılar Chelsea Marina’ya geri dönüp önceki yaşamlarına kaldıkları yerden devam ettiler, hem de eskisinden de uysal bir halde. Milenyum İnsanları’nda savunduğum şey, baştan sona uzlaşmış ve yatışmış dünyamızda biraz olsun önemi olan yegâne eylemlerin anlamsız şiddet eylemleri olacağıdır. Bunun işaretlerini şimdiden gördük -rastgele cinayetler, Jill Dando4 cinayetindeki niyet eksikliği, İsrail’deki gibi hiçbir amaca hizmet etmeyen intihar bombaları. Milenyum İnsanları’nın göstermeye çalıştığı şey, politik bir devrimin bile amaçsız ve anlamsız olabileceği. Bana öyle geliyor ki, bütün bunlar, gelecekteki asıl tehlikenin ne kadar hatalı olursa olsun bir neden ileri süren terörist eylemlerden değil, aslında hiçbir nedeni olmayan terörist eylemlerden doğacağı anlamına geliyor. Dr Gould, Milenyum İnsanları’nda hepsini benden çok daha akıcı ve düzgün bir biçimde dile getiriyor. Ona katılıyorum.

Sanat, politik bir değişim aracı olabilir mi? Evet, sanıyorum Nazi cazibesinin zaferini büyük ölçüde istem estetiğine borçlu olması gibi, Blair’in cazibesi de (tıpkı Kennedy’ninki gibi) büyük ölçüde estetik. Politik değişime giden yolları açan büyük kültürel değişikliklerin çoğunluğunun estetik olmasından şüpheleniyorum. Bir Buick’in radyatör ızgarası bir Rolls Royce’unki kadar politik bir bildiridir, biri halkçı bir iyimserlikle güdülen makine estetiğini, diğeri ise hiyerarşik ve dışlayıcı bir toplumsal düzeni takdis eder. 1930’larda moda olan, kumsal tatillerinden elektrik süpürgesine kadar her türlü şeyi satan transatlantik süsleme sanatı 1945’te İngiliz seçmenlerini Toryleri düşürmeye teşvik etmiş olabilir.

-Romanlarınızın çoğunluğu hayalgücünün ihlalci ve dönüştürücü güçlerinin kışkırtıcı bir kutlaması olarak okunabilir. Gelgelelim, Milenyum İnsanları’nda hayalgücü hayret verici ölçüde noksan. Samimi tabiriniz ‘üstü örtülü kıyamet’ oldukça endişe verici bir biçimde, bir tür imgesel ve eleştirel kördüğüme işaret ediyor, yanılıyor muyum? Zihinsel yaşamdaki bu çöküş yolun sonu mu sizce?

JGB: Tanrı’ya şükür, yolun sonu hiçbir zaman gelmiyor. Biz tereddüt ettikçe yol dönemeç ve ayrımlarla açıyor kendisini. Yine de refah içindeki batının günümüzdeki yaşantısına dair son derece boğucu bir şey var. Ruhun burjuvazileştirilmesi ve banliyöleştirilmesi ürkütücü bir hızla devam ediyor. Zulüm giderek uysal ve yaltakçı bir hal almakta ve şarap servisi yapan bir garson kadar dalkavuk, yumuşak bir totalitarizm hüküm sürüyor etrafımızda. Hiçbir şeyin bizi tedirgin etmesine, sıkıntı vermesine izin verilmiyor. Çocuk parkı politikaları hepimize hükmediyor.
Üniversitelerin başlıca rolü ergenliğin, erken emekliliğin kayda değer bir değişimi desteklemek için gerekli araç ve istemden mahrum olmamızı garantilediği orta yaşa kadar sürmesini sağlamak. Markham (JGB değil) ‘üstü örtülü kıyamet’ ifadesini kullanırken Chelsea Marina’da gerçekte neler olup bittiğinin farkında olduğunu açığa vuruyor. Umutsuz bir kaçış sunan Gould’un çekimine kapılmasının nedeni de bu zaten.
Benim asıl korkutan, can sıkıntısı ve ataletin, insanları, vicdanının sesine Richard Gould’dan çok daha az kulak veren akıl hastası bir lideri izlemeye yöneltmesi ve bizlerin yalnızca can sıkıntımızı gidermek için üstümüze postalları, siyah üniformaları ve bir katil edasını geçirmemiz olasılığı. Menüdeki yegâne içecekler Coca-Cola® ve Kaliforniya merlotuyken5, küreselleşmenin ilk sonucu hırçın ve hakikaten de akıldışı bir neo-faşizm, ustalıkla estetize edilmiş bir ırkçılık olabilir. Zaman zaman Thames Valley civarındaki yönetici sınıfın oturduğu toplu konutlara baktığımda bunun çoktan burada olduğunu hissediyorum, sessizce doğru zamanı beklediğini ve kendisi için bile büyük ölçüde bilinmez olduğunu.

-Son romanınızın ortaya attığı eleştirilerden birinin de tüketimci manzaranın sahte parıltısında, kapitalizmin ve küreselleşmenin gerçekliklerine olan eleştirel mesafemizi bütünüyle kaybetmemiz olduğunu düşünmekte haklı mıyım? Bu bana özellikle terörizmin gerçekliğini düşündürüyor. John Gray de Straw Dogs’ta El-Kaide’nin küreselleşmenin yan ürünü olduğunu ve terörü başarılı bir biçimde özelleştirip bütün dünyaya aksettirdiğini ileri sürerken benzer bir tez koyuyor ortaya. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

JGB: John Gray’e katılıyorum, zaten hem Straw Dogs’tan hem de el-Kaide kitabından6 çok etkilenmiştim. 9/11’in uçak korsanlarına dair bu kadar rahatsız edici olan, bu insanların bir önceki yılı paslanmış kalaşnikoflarla Afgan yamaçlarında toz toprak içinde sürünerek geçirmemiş olmaları. Bunlar yıllarını Hamburg ve Londra’daki alışveriş merkezlerinde, kahve içip muzak dinleyerek geçirmiş iyi eğitimli mühendis ve mimarlar. Tercih ettikleri saldırı yöntemlerinde kesinlikle çok modern bir şey var; uçuş dersleri, uçuş simülatörlerinde geçen saatler, yolcu uçağı korsanlığı… Yol açtıkları tepki, yeni-muhafazakarların yükselişine ve Irak Savaşı’na yol açan o müthiş paranoya nöbeti, onları zevkten öldürmüş olmalı.

-Son romanlarınız, kuralları ihlal etmenin ve cinayetin, toplumsal ataletin meşru çareleri olduğu yönündeki tartışmalı kuramı sınıyor. Eğer şiddet eylemleri bizi hem canlandırıyor hem de endişelendiriyorsa, bu ahlaki tutarsızlığın okuyucu için ne tür çıkarımları olabilir?

JGB: Son üç romanımda geçen kuralları ihlal etmenin faydalarına dair fikirlerim, gerçekleştiğini görmeyi dilediğim fikirler değiller. Aksine, içinde bulunduğumuz konformist dünyanın boğucu baskılarının gerçekliğe mecbur bırakabileceği aşırı olasılıklar bunlar. Can sıkıntısı ve uyuşturucu, bir topyekün amaçsızlık hissi, Hungerford ve Columbine cinayetlerinden Dando cinayetine kadar birçok anlamsız suçun nedeni gibi duruyor, son otuz yılda ABD’de ve başka yerlerde bunlara benzer düzinelerce suç işlendi.
Bu anlamsız suçları açıklamak, 9/11 saldırılarını açıklamaktan çok daha zor, üstelik bu suçlar bize batının ruh halinin sıkıntılı durumuna dair çok daha fazla şey söylüyor. Romanlarım gelecekte olacakların çürüteceği ya da doğrulayacağı aşırı hipotezler sunuyor. Uzun vadeli hava tahminlerine benziyor bunlar. Sık sık tekrarladığım gibi, üzerinde “ileride tehlikeli viraj var” yazan bir yol tabelası, sürücüleri hızlarını artırmaya teşvik etmez, kaldı ki, ben kurgularımın, gaz pedalının tuhaf bir biçimde cazip görünmesi noktasında yeterince muğlak olduğunu umuyorum. İnsanların kendi kendini yok etmeye yönelik olağanüstü bir içgüdüsü var ve bu, onu görebileceğimiz bir yerde, açıkta olmalı. Karşılıklı çıkarlar söz konusu olmadığı sürece ahlaklı yaratıklar değiliz biz, bu çok üzücü…

-Yapıtlarınızdaki mizahın değişken dokusu üzerine çok az yorum yapılıyor, yine de yapıtlarınız -Atrocity Exhibition ve Çarpışma’daki asık suratlı yüzleştirmelerden Milenyum İnsanları’ndaki iğneleyici gözlemlere kadar- nüktelerle dolu. Mizah sizin için neden önemli? Ve neden bazı okuyucular için yapıtlarınıza gülmek bu kadar zor?

JGB: Böyle düşünmeniz gerçekten hoşuma gitti. İnsanlar, özellikle de aşırı ahlakçı Amerikalılar, genellikle beni bir pesimist ve mizah yoksunu olarak gördüler, buna rağmen ben neredeyse kaçık bir mizah anlayışım olduğu kanısındayım. Sorun şu ki, mizah anlayışım oldukça asık suratlı. Okuyucular Milenyum İnsanları’nı okurken yüksek sesle güldüklerini söylüyorlar, bu harika bir haber, ama o halde orta sınıf devrimi fikrinde işin doğası gereği komik olan bir şey var. Belki bu bile kendi içinde orta sınıfın beyninin ne kadar yıkandığının göstergesidir. İsyan etmemiz düşüncesi bile bize abes geliyor.

-Çarpışma’ya yazdığınız önsözde ‘hissin ölümü’nün 20. yüzyıla son noktayı koyan hastalık olduğu teşhisini koydunuz. 21. yüzyıl için ön teşhisiniz nedir?

JGB: Yüz yıl uzun bir süre. Yirmi yıl önce internetin sonuçlarını kimse hayal edemezdi -tam tekmil ilişkiler doğuyor, elektronik posta ekranında dostluklar serpiliyor; burada yeni, engin bir samimiyet ve rastlantısal bir şiirsellik var, (balıkçıl atmaca izleme siteleri, eski nükleer siloların etrafına düzenlenen turlar ve Kaliforniya kıyı şeridine havadan iniş yaptığınız geziler ve diğer binlercesi), şu acayip pornografiyi saymıyorum bile. Bütün insan deneyimi kendisini yeni bir gezegenin yüzeyi gibi açıyor adeta.
Ama internet ya da başka bir teknoloji harikasının can sıkıntısı ve konformizme kayışı durdurabileceğinden ciddi şekilde şüphe ediyorum. Süper Kent’te de üzerinde durduğum gibi, insan ırkının, kaçınılmaz olarak, şimdiye dek kapısını çalmaya tereddüt ettiği o engin kaynağa, kendi psikopatisine doğru tıpkı bir uyurgezer gibi ilerleyeceğinden kuşkulanıyorum. Ruhun serüven parkına ait bu kapılar sonuna dek açık bizi bekliyor ve giriş ücretsiz.

Süper Kent’in ana izleği şu: kapitalizm mutlu olmamızı ve böylelikle tüketici olarak daha çok harcamamızı sağlamak için karakterlerimizdeki daha karanlık izleri harekete geçirmek zorunda kalacaktır, bir süredir olan da bu zaten: Amerikan futbolu, güreş, boks gibi şiddet içeren temas sporlarına ve tabii ki, gelmiş geçmiş en fazla şiddet içeren eğlence kültürüne, Hollywood sinemasına baktığımızda şiddet içeren bu sporların nasıl pazarlandığını görürüz, hepsi insanların ağızlarının suyu akmaya devam etsin diye insan doğasının karanlık yönüne dokunurlar. İşte risk bu.
Veya Wilder Penrose’un Süper Kent’te söylediği gibi: “Sapkın bir cinsel birleşme, en donuk ruhta bile hayalci benliği özgürleştirebilir. Tüketim toplumu, çarpık ve umulmadık olana açlık duyuyor. Başka ne bizi ‘alışverişte’ tutacak olan acayip değişimleri güdüleyebilir ki? Psikopati, hayalgüçlerimizi aydınlatacak, sanatı, bilimi ve endüstriyi güdümleyecek kadar güçlü olan tek motor”.

Kısacası, seçimli bir psikopati yardımımıza koşacaktır, geçmişte birçok kez olduğu gibi -Nazi Almanyası, Stalinci Rusya ve insanlık tarihinin büyük kısmını oluşturan bütün o kasıtlı kabuslar. Wilder Penrose’un Süper Kent’te işaret ettiği gibi, gelecek, birbiriyle rekabet içindeki psikopatilerin arasındaki devasa, Darwinyan bir mücadeleden ibaret olacak. Edilgenliğimizle beraber, dibine kadar mazoşist bir evreye giriyoruz -bugünlerde herkes bir kurban, ebeveynlerin, doktorların, ilaç şirketlerinin, hatta aşkın ta kendisinin kurbanı. Ve nasıl da zevk alıyoruz bundan. En mutlu anlarımız, yeni kurbanlık çeşitleri bulmaya çalışarak geçirdiğimiz zamanlar…


—————————————————————
Notlar:
1. gated community: etrafı çevrilmiş, soyutlanmış kaliteli semtlerde yaşayan üst-orta sınıf toplulukları
2. Oxford Committee for Famine Relief: Oxford Açlık Yardımı Komitesi
3. Dallaslı konfeksiyoncu Abraham Zapruder’in amatör kamerayla Kennedy suikastını çektiği film. Film, suikastla ilgili en önemli belge olma özelliğini taşıyor.
4. 1999’da kafasından tek kurşunla vurularak öldürülen, İngiltere’nin çok sevilen televizyon sunucusu ve programcısı. 1983’te Prenses Diana’yı da öldürme teşebbüsünde bulunup başarısız olan katil Barry George Diana’yı bir başkası öldürünce kafayı Diana’ya çok benzettiği sarışın, kısa saçlı ve güler yüzlü Dando’ya takmış ve onu beş yıl izlemişti. Milenyum İnsanları’ndaki Dr. Gould’un “herkesin tanıdığı koca bir hiç” olarak tanımladığı hoş ve sarışın televizyon sunucusunun kafasından tek bir kurşunla öldürülmesinin Dando cinayetine yapılmış bir gönderme olduğu açık.
5. Merlot üzümünden yapılan yumuşak ve rahat içimli kırmızı şarap
6. John Gray, El Kaide: Modern Olmanın Anlamı, 2004, İstanbul: Everest Yayınları

4 Temmuz 2010 Pazar

UNDERGROUND POETİX6(yaz özel sayısı) Dağıtımda..


POETİX 6
112 sayfa, 12 ytl

Kısmi İçerik:
A) Interzone’da Beat’ler
Paul Bowles ile bir söyleşi

B) Nick Zedd

underground poetix özel röportajı

C) The Allen Ginsberg Project: İnterview with John Lofton

D) No Wavelength ThePara-Punk Underground
Village Voice film eleştirmeni Jim Hoberman New York New Wave film sahnesi ve Vivienne Dick’in yeni super-8 filmlerini yazıyor.

E) Müzik, Gürültü & Politika

F) BIKINI KILL

G) RIOT GRRRL MANİFESTOSU

H) “Aynen Çağlayan Dağları Gibi” Gary Snyder’ın Dünyaya Açılan Penceresi

I) junkie-punk Richard Hell &Destiny Street Üzerine

J) SOME INFORMATION ABOUT FIFTY-NINE YEARS OF EXISTENCE
henri michaux

K) Orospu Mutant Manifestosu

L) Bukowski ÜZERİNE-A.D.WINANS

M) MEAT KUŞAĞI

N) MAYMUN DÜŞÜNÜR, MAYMUN YAPAR: Chuck Palahniuk

O) küçük İskender

P) Bob Marley & Futbol

R) Yves Klein 1928-1962 Derleme Yazıları

S) BEMBEYAZ ETEĞİNİZDEKİ KAPKARA GRES LEKESİ:Kara Panterler Partisine genel bakış

T) Panik Hareketi/Sürrealizmi

U) Dan FANTE

V) Sonic Youth

W) CHARLES BUKOWSKI ANLATIYOR: JOHN FANTE

Y) OSMANLI DİVAN ŞİİRİNDE ‘İNTERNET’ TEMASI: ŞAİR VEB’Î VE İNTERNETNÂME’Sİ

X) Prag’ın Çiçek Çocukları:Prag Baharı

Z) ÖLÜ MEDYA MANİFESTOSU

21 Haziran 2010 Pazartesi

last exit to brooklyn -geri dönmek...


yıllar sonra tekrar izledim... ki romanı okuyamadım, ya çok kötü yazılmış ya da çok berbat çevrilmiş(kanaatım öyle)-okunmuyor...
neyse, insanlık durumu-ki o vehamete hep trajesi diyebiliriz- dair çok acı bir vesikadır last exit to brooklyn...

acıdır, acı olduğu kadar ağırdır, her bünye kaldırmaz her bünye içine alamaz. hatırlatır adama acı acı, yıl 2004, kilise sokağında yere çakılan balici genç için 155'i aramaya kalkan kentsoylu yavşaklıklarını.
gerçekliği çıplak vermek bir yetenektir, ki Bunuel, Rossellini, Carné, Jodorowsky gibi,
ustalar o 'çiğ' gerçekten gerçeküstü ya da yadırgatma çıkarmayı bilmiştir.

ama yıllar sonra şöyle bir çıkarsama yapmak zorunda kaldım last exit to brooklyn'den.
kaybeden, yani hiç çıkamayan, çıkamayacak olan mahalleden; 2 mahallenin en pisliği, en toplumdışı-ve içi- insan Trala ve Harry değil midir? yani bir fahişe ile oğlancısı değil midir?

peki kazananlar kimdir filmde? katolik aile(doğum, düğün ve mutluluk) ve sosyalist aile 'sendika'...
topluluğun, çoğulun, yığının söylemi altında, mutsuz, yenik ve sapkın olan hep yiterken-kaybederken, peki ya last exit to brooklyn muhafazar bir film değil midir?

hele ki 'acı gerçekliklerin' hep hayat diye bize kaktırıldığı bu kentsoylu dünyada?

peki bu filmden arta kalan nedir, Trala'nın sebil-et komünü karşında gözyaşlarını döken çocuk mu?

saf-çılğın aşkın yazgızı hep yıkım olur. ama motorsikletli gencin gözyaşlarından patlayacak isyanı beklemek gerek, usulca...

15 Haziran 2010 Salı

ET-ŞİİR





beden-poetika
beden-politika
beden-dil
beden-lir

et şiir!


PS:
1. foto Tahrik Raporu aksiyonu
bedene şiir uygulama Bay Perşembe
foto-dijital kolaj İmagiro

2. foto ve bedene şiir uygulama Bay Perşembe

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Kültseksenler 2: Lifeforce





dev bir klasik aslında; bilimkurgu, vampirler, sürreal bir duygusallık ve muhteşem Mathilda May'in efsane birleşimi...

uzaylı istilasını vampirlikle birleştirme sadece bu filmin orjinal fikri değil. film baştan sona bir orjinallik harikası. cinselliğin kullanımındaki baştan çıkarıcı güç yer yer dehşet hissine karışıyor.


Tobe Hooper çok hakkı yenmiş, teslim edilmemiş bir adam. Teksas katliamı, Fun House, Poltergeist'i çekmiş bir herif.

Lifeforce'un senaryosu Dan O'Bannon'a ait ki bu isimle zikredilecek şeyler başlı başına bir tahrik unsuru: Dark Star, tüm Alien serisi,Total Reccal, Blue Thunder...

bazı filmlerin renkleri vardı, bu filminki buz mavi ve sanırım ona bu rengi veren muhteşem varlığıyla Mathilda May..

http://www.imdb.com/title/tt0089489/